Michael A Reynolds
Son günler, bölgede yankılanan Türk dış politikasında bir değil çok çarpıcı iki gelişmeye şahit oldu. Her ikisi de geçen yıl Türkiye Dışişleri Bakanı olan eski bir üniversite profesörü Ahmet Davutoğlu'nun eseri. Davutoğlu bundan önce Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dış politika başdanışmanıydı. Davutoğlu, bir üniversite profesörüne her halde yakışır bir şekilde, Türk dış politikasına kapsamlı ve tutarlı bir kavramsal temel kazandırmayı amaç edinmişti. Stratejik Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu başlıklı eserinde vizyonunu sergiledi. Bu vizyona göre, Türkiye Cumhuriyeti geçmişte yarı tecrid politikası uygulamış ve komşularına karşı kendi kendini karantinaya almış ise de bugün, bölgedeki diğer ülkelerle paylaştığı tarihi ve kültürel bağlardan artık istifade etmelidir. Davutoğlu, Dışişleri Bakanı olarak hiç bıkıp usanmadan Türk dış politikasına damgasını vurmak için çalışıyor. Geçen hafta Türk dış politikasının yeni yöneliminin çarpıcı örneklerine şahit olduk.
Doğuya açılım. İlki, 10 Ekim tarihinde Türk ve Ermeni dışişleri bakanlarının bir protokol imzalayarak iki ülke arasında sınırları açma ve diplomatik bağlar tesis etme üzerinde mutabakat sağladıkları Zürih'te gerçekleşti. Şu son günlere kadar, gözlemciler -Ermeni, Türk ve diğer yabancı gözlemciler – Türk-Ermeni yakınlaşmasına katıksız fantezi nazarıyla bakarlardı. İçiçe örülü tarihleri yüzünden, Ermeni ve Türk halkları arasındaki anlaşmazlık derin ve çok boyutludur, kavgacı jeopolitikanın ötesine geçmekte ve Ermeni ve Türk kimliğinin kalbine, Türkiye ve Ermeni cumhuriyetlerinin kurucu mitlerine kadar uzanmaktadır. Her iki tarafın tutumları öylesine hassastır ki Ermeni ve Türk dışişleri bakanlarının uzun ve titiz hazırlıklarına rağmen protokolün imzalanması, gerçekleştiği andan hemen öncesine kadar fantezi dünyasına atfediliyordu.
Her iki dışişleri bakanı, diğer tarafın planladığı beyânata son anda itiraz etti. Anlaşılan, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın önerisi üzerine, iki dışişleri bakanı hiçbir beyânatta bulunmama hususunda anlaşıp uzlaştılar ve böylece imza töreni kurtarıldı. Yakınlaşmanın kırılganlığı böyle bir şey. Dahası, anlaşmanın yürürlüğe girmesi için Türkiye ve Ermenistan Meclislerinin bu protokolleri onaylaması gerekiyor. İki ülkenin içerisinde (ve dışarısında) ilişkilerin normalleşmesine karşı çıkan çeşitli grupları var ki şüphecilerin ve itirazcıların doğru olduklarını ispatlayabilirler.
Ama gene de katıksız gerçek şu ki Davutoğlu'nun iki ülkeyi bu denli yakınlaştırabilmiş olması Türk dış politikasında başlıbaşına köklü bir değişimi temsil etmektedir. Başarısızlığın ihtimal dâhilinde olduğu bu nevi hassas ve siyaseten itham altındaki girişimler genelde çoğu kişiyi caydırırken, Davutoğlu'nun yöntemi, bu gibi durumlarda cesaretin gücünü sermayeye eklemek ve önce ilk beklentileri sonra da gerçekliği değiştirmedeki ısrarıdır. Davutoğlu, görünüşe göre akla hayale sığmaz bir değişim uğruna çalışıp çabalayarak, değişimin mümkün olduğunun ispatlanabileceğini bu sûretle de tüm tarafların temel hesaplarının değiştirilebileceğini düşünüyor. Davutoğlu'nun Kafkas satrancında hem Amerikan hem de Rus desteğini eşgüdümlemiş olması, onun müstesna diplomasi yeteneğini ve normalleşme yolunda oluşturduğu kaydadeğer ivmeyi yansıtmaktadır. Türkiye'nin Ermenistan açılımı, Kafkasya ve Hazar bölgesinde istikrardan dünya enerji arzına ve NATO'nun geleceğine kadar herşeyi etkileyecektir.
Güneye açılım. Türkiye'nin Doğuya açılımı kadar köklü ve mühim bir başka değişiklik, Türkiye'nin Güneye açılımıdır ve bu açılım, bölgesel dinamikleri çok daha fazla değiştirecek bir potansiyele sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti var olduğu günden beri Suriye ile en fazla ılımlı ilişkilere sahip olmuştur. Türkiye-Suriye bağları 1980'ler ve 1990'larda düpedüz karşılaşmacıydı; iki devlet Türkiye'nin Fırat nehri sularının denetimi ve Suriye'nin Türkiye'deki PKK'ya verdiği destek gibi meselelerde ağız kavgası yapıyorlardı. Suriye'nin PKK'nın başı Abdullah Öcalan'a barınak sağlamaya devam etmesi halinde, Türkiye'nin bu ülkeyi işgal etmekle tehdit ettiği 1999'da ilişkiler en alt düzeye vurmuştu. Türkiye-Suriye ilişkilerinin gerilmesi ve bölgesel güç dengesinin kurucu unsurlarından biri olan İsrail'le güvenlik ortaklığının başlaması birbiriyle kesişti.
Suriye ve Türkiye arasındaki ilişkiler 1999'dan sonra yavaşça iyileşmeye başladı; İsrail'le bağlar ise İsrail'in 2006 yılında Lübnan'da Hizbullah'a karşı düzenlediği askeri operasyonun ardından belirgin ölçüde gerildi. Fakat bu hafta, bölgesel ilişkilerin eski mimârisinden kalan ne varsa parçalanmaya başladı. İlkin, Türkiye sivri uçlu bir hareketle, İsrail'e Anadolu Kartalı olarak bilinen hava tatbikatına katılım davetini geri çekti. Türkiye bu hava tatbikatına 2001'den beri ev sahipliği yapıyor ve İsrail mutad bir şekilde katılıyordu. Ancak Türkiye İsrail'in Gazze politikalarını ve bilhassa da Kurşun Dökme Operasyonunu bir protesto şekli olarak bu yıl İsrail hava kuvvetlerine izin vermeyi reddetti.
Amerika ve İtalya protesto ederek Anadolu Kartalı'ndan çekildiler. Şayet bu hareket Türkiye'yi sindirmek için yapıldıysa, başarısız oldu. Davutoğlu, Türkiye'nin İsrail'i dışarıda bırakmasıyla ilgili olarak yanlış anlaşılma olmasın diye 13 Ekim'de konuyu açıklığa kavuşturdu ve "Gazze'de insâni trajedinin" sona ermesini ve "müslümanlar için mukaddes olan el Aksa mescidine, Harammüşşerif'e ve Doğu Kudüs'e" saygı gösterilmesini talep etti; Türk gazeteleri bunu İsrail'e "uyarı" olarak tanımladı. Türk Dışişleri Bakanlığı, Anadolu Kartalı ile ilgili olarak basında çıkan değerlendirmeleri ve İsrailli yetkililere atfedilen yorumları "kabul edilemez" addetti ve bu yetkilileri azarlayarak gelecekteki açıklamalarında ve tutumlarında "akl-ı selime" davet etti.
Davutoğlu'nun "uyarısının" içeriğinden daha az önemli olmayan bir başka şey de uyarıyı nereden yaptığıdır: Yeni kurulan Türk-Suriye Yüksek Düzeyli İstişare Konseyi'nin ilk bakanlar toplantısı için gittiği Suriye'nin Halep şehrinden. On yıl önce Suriye'ye muhalefet, Türkiye'yi İsrail'e bağlayan tutkal iken, bugün Türk Dışişleri Bakanı müslümanların Kudüs'teki kutsal alanlarına gösterdikleri hassasiyeti dikkate alması için Suriye içerisinden İsrail'e çağrıda bulunuyor.
Davutoğlu, Suriye ziyareti sırasında Suriye açılımının ne bir taktik ne de geçici bir mesele olmadığının ve yeni Türk dış politikasının yapıtaşı olduğunun altını çizdi. Dolayısıyla, mesela, Suriye ve Türk vatandaşlarının vizesiz seyahat edeceklerini ilan ederken, bunu Türk ve Suriye vatandaşlarının, Ramazan ve Kurban bayramlarının yanısıra üçüncü müşterek tatil fırsatları olarak tanımladı. Davutoğlu, dokuz kabine üyesini Suriye'ye götürdü ve Suriyeli öğrencileri Türkiye'de eğitmekten Türkiye-Suriye sınırındaki mayınların kaldırılmasına ve Türkiye'nin Arap Ortadoğu'yla ticaretinde Halep'in nakliyat üssüne dönüşmesine kadar bir yığın projeyi ortaya koydu. Türkler, Türk malı gıdalara Arap talebini karşılamak için Halep'i kullanmayı ümit ediyorlar.
Türkiye'nin Suriye üzerinden Ortadoğu'ya gıda ihraç etme rüyasında şâirene bir ironi var. Şam, Osmanlı döneminde şekeriyle ünlüydü ve 1920'lerden yüzyılın sonuna dek Arap olan herşeye karşı resmi Türk tavrını gâyet yerinde özetleyen bir deyişte ifadesini bulmuştur: Ne Şam'ın şekeri ne de Arabın yüzü; yani Arapla hiçbir şey yapmak istemiyorum velev ki leziz şekerleri olsun.
Davutoğlu ise Halep'te Türkiye-Suriye ilişkilerini tanımlarken bütünüyle farklı bir ifade kullandı: "Ortak kader, ortak tarih, ortak bir gelecek."
İsrail'in kaygıları. Söylemeye ihtiyaç yok, son günlerde yaşanan hızlı gelişmeler İsrail'li politikacıları ve politika yapımcılarını şaşkınlığa ve hiç de ufak sayılmayacak bir kaygıya savurdu ki bazıları ihtarda bulunurken diğer bazıları İsrail'in Türkiye'ye silah satışlarını durdurmasından Amerika'daki Türk lobicilerine desteği geri çekmeye kadar farklı bir yelpazede misilleme tavsiyesinde bulundular. Ancak bu noktada Ankara'yı ne bastırmak ne de benzer diplomatik girişimlerden sakındırmak ümidiyle verilecek hızlı tepkilerin hiçbir getirisi olmayacak gibi görünüyor. Türkiye-İsrail stratejik ilişkileri artık kriz içinde değil. ESASEN, ARTIK BİTMİŞ DURUMDA. Aslında, Suriye ve Türk medyasında yayınlanan teyid edilmemiş haberler, yakın gelecekte Türkiye-Suriye arasında resmi bir stratejik işbirliğinin ortaya çıkacağını vaad ediyor.
Şaşırtıcı değildir, Davutoğlu'nun İsrail'i eleştirisi ve dayanışma ifadeleri Suriye'de büyük bir şevkle karşılandı. Türklerin dik başlı ve baş belâsı olarak bildikleri bir ülkede tezahürat yapan kalabalıkların sesi şüphe yok ki Davutoğlu'nu derinden hoşnut etmelidir. Bu hoşnutluk, Arap dünyasında ve ötesindeki diğerlerinin Türkiye'nin İsrail'den Araplara doğru yöneldiği değişen bölgesel rolünü selamlamaya katılmalarıyla birlikte muhakkak ki daha fazla artacaktır. Türkiye'nin Arap dünyasıyla bu çapta yakınlaşması, Davutoğlu'nun tam da ümit ettiği gibi, ilgili herkes için bir nimet olabilir. Türkiye, nispi siyasi açıklığı ve ekonomik dinamizmiyle Arap dünyasına sunacak çok şeye sahip. Doğru bir şekilde icra edildiği takdirde, Türkiye'nin yakınlaşması, Arapların kendi toplumlarını dönüştürerek daha açık, rekabetçi ve demokratik hale getirecekleri yola işaret etmeye yardım edebilir.
Ancak kolay ve çabuk bir iş olmayacaktır. Öğrenci takasları gibi inisiyatifler ve artan ticari temaslar toplumların değişmesine yardım edebilir fakat meyveleri toplamak on yıllar gerektirir ve pek fazla hoşnut etmezler.
Türkiye'nin yakınlaşması, nüfuz ters yönde estiği takdirde – örneğin Arap ülkelerinden Türkiye'ye doğru – ciddi riskler de taşımaktadır. Ortadoğulu herşeye mesafeli durmak ve kontrol altında tutmak şeklindeki geleneksel Kemalist arzunun ardında yatan muhakeme buydu. Türk yetkililer Ortadoğu'yu Türkiye'nin serpileceği ortak kültür sahası olarak değil de Türkiye'nin kaçması gereken kültürel bir batak olarak görmüşlerdi.
Davutoğlu'nun da takdir etmesi gerektiği üzere, Arap dünyasındaki problemlerin ve sefâletin kaynakları, Arap-İsrail çatışmasından daha büyük ve daha derindir. Arap ülkeleri siyaseten işlev bozukluğu yaşamaktadırlar ve çoğu, iktisâdi bakımdan can çekişmektedir. Petrol, doğalgaz sunmak ve Türk tüketici ürünleri için pazar olmak dışında Türklere sunacak pek birşeyleri yoktur. Geçmiş dönemlerde, Nasır ve Saddam Hüseyin gibiler, İsrail'e karşı Arap sempatisine müraacat ederek nüfuzlarını bölge çapına yaymak için çalıştılar fakat gayretleri kendi toplumlarını enkaza çevirmekten ve Arapları bir bütün halde daha fena bir duruma sokmaktan başka bir şeye yaramadı. Bugün, Ahmedinejad Hizbullah'ı omuzlayarak ve düzenli bir şekilde İsrail'i itham ederek benzer şeye teşebbüs ediyor. Ne ki Ahmedinejad versiyonu devlet adamlığının kendisi ve yakın çevresi hâriç hiç kimseye bir hayrı olup olmadığı sorusunun cevabı için İran'da yapılan son seçimlere bakmalıdır.
İsrail politikaları eleştirinin üzerinde değildir fakat şayet Davutoğlu Türkiye'nin etkin bir bölgesel liderlik rolüne sahip olmasını hakikaten arzuluyorsa, eleştirilerinin bir kısmını da kendi toplumlarının kalkınmasından ziyâde İsrail'le şiddet yoluyla karşılaşmayı yücelten Hizbullah ve Hamas gibi teşekküllere yöneltmelidir. Ve çok fazla zaman geçmeden de yapmak durumundadır. Nükleer silah kapasitesinin peşinden gitmeye azimli bir İran, Ortadoğu'ya karmaşık sinyaller gönderen gizemli bir Obama yönetimi, şiddete yönelik romantik bağlılıklarını muhafaza eden Hamas ve Hizbullah, Suriye'ninkine yaklaşan bir Türkiye bakışı ve tınısı, İsrail'i geriye doğru adım atmaya ve komşularını teskin ve teselli eden "daha kibar ve daha nâzik" bir İsrail olmaya dürtüklemeyecektir. Bunun yerine, İsrailli'lerin ülkelerinin ancak gözükara bir hareketle çözebileceği emsalsiz bir varoluşsal tehditle karşı karşıya oldukları şeklindeki mevcut korkularını büyütecektir. Davutoğlu çoğu kişiden daha iyi anlamalıdır ki İsrail'in tam olarak yoksunu olduğu şey, Türkiye'nin sahip olduğu stratejik derinliktir ve bu yoksunluğun İsrail politika yapımında sonuçları vardır. Peki Davutoğlu bunu anlar mı? Göstergelere bakınca, tam şu an anlamış değil veya en azından umurunda değil.
Kaynak: Harvard MESH
Özgün başlık: Turkey's foreign policy's flip
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı