Türkiye'nin Anayasa sorunu: Toplumsal uzlaşma mı toplum sözleşmesi mi?

Anayasa sorunu gündemden düşmüyor. "Yeni bir anayasa mı yoksa mevcut Anayasa'da değişiklik mi?"; "Yeni bir anayasa ise bu, değiştirilemez maddelerin varlığı karşısında ne kadar yeni olabilir?"; "Sadece anayasa değişikliği yapılacaksa kapsamı ne olacak veya ne olmalı?" gibi soruların, üzerinde toplumca anlaşılmış cevapları henüz yok.

Kaldı ki, ister yeni bir anayasa, ister dar veya geniş kapsamlı bir anayasa değişikliği olsun, bunları "kimin" gerçekleştireceği de problemli. TBMM'nin yürürlükteki anayasa kurallarına uyarak her türlü anayasa değişikliğini yapma yetkisine sahip olduğu gayet açık. Bir diğer deyişle, Anayasa'nın 175. maddesinde belirtilen usullere uygun olarak ve değiştirilemez hükümlere riâyet edilerek, TBMM her türlü anayasa değişikliğini yapabilecek güçte. Lâkin, Anayasa Mahkemesi'nin geçen yılki kararı neticesinde bu kadar net ve problemsiz bir husus dahi artık problemli hâle gelmiş ve TBMM'nin bırakın yeni bir anayasa yapmayı, mevcut Anayasa'yı değiştirme yetkisi bile Anayasa Mahkemesi'nin vesâyeti altına alınmış durumda. Türkiye'nin anayasa sorununun çözümü de bu durumun aşılmasından geçmektedir.

İçinde bulunulan bu durum, öncelikle Anayasa Mahkemesi'nin (AYM) "367 kararı" ve "anayasa değişikliklerini iptal etmesi"nde somutlaşıyor. Bu bağlamda, AYM'nin başka kararlarında da görülen ve hukukî olmaktan çok siyasî niteliği öne çıkan özellikleri vurgulayan eleştiriler sonucu değiştirmiyor. Hattâ, toplumun bir kesimi bu fiilî vesayet durumunu normal karşılıyor. Demokrasiyle bağdaşması mümkün olmayan bu durumun normalleştirilmesi için de, Anayasa'nın siyaset alanını düzenleyici niteliğine atfen uygulanmasının da, bu uygulamada en yetkili son merci olarak AYM kararlarının da siyasî nitelik taşımasının kaçınılmazlığı ileri sürülüyor. Buna karşı çıkanlar ise hukukun siyasîleştirilmemesi gerektiği tezine sarılıyorlar.

Aslında AYM kararları, bu kararlarla birlikte oluşmuş bulunan fiilî vesayet durumu, özünde Türkiye toplumuna son dönemlerde iyice hâkim olmuş bulunan "uzlaş(a)mama" durumunun bir yansıması olarak da düşünülebilir. Biraz da bu tespitten hareket eden görüş sâhipleri, son zamanlarda anayasa sorununun aşılması için bir "toplumsal uzlaşma"nın şart olduğunu sık sık vurguluyorlar. Gerçekten de Türkiye'nin anayasa sorununun köklü bir biçimde aşılabilmesi için böyle bir uzlaşmanın işlevsel önemi çok açık. Bununla birlikte, anayasa sorununun düşünülmesinde "toplumsal uzlaşma" kavramının bu pratik, işlevsel önemin ötesinde bir belirleyicilik kazanmamasına dikkat etmek gerek. Aksi takdirde, "uzlaşma" derken, mevcut sorunları çözmekte yetersiz kaldığı gibi, yeni ve daha ağır sorunlar yaratabilecek yollara girilmesi pek muhtemeldir.

İÇİNE DÜŞTÜĞÜMÜZ AÇMAZIN SEBEBİ

Şöyle açıklayayım: 22 Temmuz 2007 seçimlerine doğru, seçim beyannamesinde doğrudan anayasa sorununa değinen AK Parti, "Cumhuriyet'imizin 100. yılına yaklaşırken, ülkemiz sivil bir uzlaşma anayasasını hak etmektedir." dedikten sonra "Partimiz, yeni anayasanın devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri hak, özgürlük ve sorumluluk temelinde düzenleyen bir toplumsal sözleşme niteliğinde olmasından yanadır" ifadesine yer vermiştir. "Uzlaşma" ile "toplumsal sözleşme" kavramlarının sanki eşanlamlı gibi kullanıldıkları izlenimini veren bu ifade tarzı, AK Parti'nin zikredilen beyannamesinin ötesine geçmiş ve 2007'den bu yana geçen zaman içinde gerçekleşen anayasa tartışmalarında adeta kalıcı bir hale gelmiştir. Artık hemen herkes "uzlaşma" ile "sözleşme" kavramlarını aynı anlamda kullanmaktadır.

Oysa "toplumsal uzlaşma", belli bir zaman ve mekânda var olan somut toplumsal aktörlerin çıkar ve talepleri arasında ve tümüyle bu çıkar ve talepleri azami ölçüde gerçekleştirme hedefine yönelen stratejik ve dolayısıyla "araçsal" nitelikte bir "ödünleşme" (compromise) anlamına gelmektedir. Buna karşılık anayasanın bir toplum sözleşmesi niteliğinde anlaşılması, tüm zaman ve mekân boyutlarını aşan, bu anlamda evrensellik iddiası taşıyan ve dolayısıyla insanların bir toplumsal-siyasi beraberlik tarzını oluştururken kendi somut konumları, çıkarları ve talepleri doğrultusunda stratejik-araçsal arayışlara girmemelerini gerektiren bir kavramdır. Bu nedenle, çağımızın en önemli liberal-demokrat filozoflarından olan John Rawls, temel erdemi adalet olan bir siyasi-toplumsal düzenin temel şartları üzerindeki anlaşmayı, bireysel, toplumsal ve siyasi konumları da dahil tüm zaman-mekân içre özellikler hakkında tamamen "cahil" olan özneler arasında gerçekleşmesi gereken bir anlaşma olarak anlamaktadır.

Siyaset ve hukuk felsefesi tarihinde "toplum sözleşmesi teorisi" başlığı altında toplanabilecek bir düşünce tarzının bu büyük filozofu, bireysel, toplumsal ve siyasi çıkar ve talepleri hakkında hiçbir bilgisi bulunmayan öznelerin kendi aralarındaki beraberliği kuracak temel şartlar üzerinde anlaşırken, öncelikle herkesin "dokunulmaz ve vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere eşit olarak sahip oldukları" üzerinde birleşeceklerini ortaya koymaktadır. Böyle bir "toplumsal sözleşme" anlayışı, daha doğrusu böyle bir evrensellik arayışının ürünü olan bir anayasa fikri, tarihî şartlara, anayasa sorunuyla ilgili tarafların kendi çıkar ve taleplerine göre değişebilecek "uzlaşma" kavramına tercih edilmelidir. Neden mi?

Bir kere, mevcut siyasi ve toplumsal aktörlerin çıkar ve taleplerine göre belirlenecek olan şartlar üzerinde ve sırf bu nedenden stratejik ve araçsal nitelik taşıması zorunlu bulunan "toplumsal uzlaşma", gerçekleştiği anda, aynı aktörler veya aynı çıkar ve talepler mevcut olmayacağından değişmek zorunda kalacaktır. "Toplumsal uzlaşma"nın tarihî ve stratejik nitelik taşımasının sonucu olan bu değişme zorunluluğu, hem tarihî statükoyu korumaya odaklanmış vesayetçi direnç odakları ortaya çıkaracak, hem de değişim üzerinde mücadele etme aracı olarak siyasetin alanını tümüyle yok etmese bile, meşru olmayan ölçüde daraltacaktır. Bugün yaşamakta olduğumuz anayasa sorununun içine düştüğü açmazlarda da hal böyle değil midir?

TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN PAZARLIĞI OLAMAZ

Dolayısıyla, Türkiye'nin anayasa sorununun çözümünü, anayasayı bir "toplumsal sözleşme" olarak düşünmekte aramamız gerektiği ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde, Türkiye'nin anayasa sorunu, başta insan hakları ve temel hürriyetler olmak üzere, evrensel normları toplumsal-siyasi aktörlerin tarihî-stratejik çıkarlarına göre şekillenecek uzlaşma süreçlerinde anlamsızlaştıracak gelişmeler içinde tam bir çözümsüzlüğe mahkûm edilecektir. Böyle bir çözümsüzlük ise Türkiye'de siyasetin hukukî reformlar yoluyla toplumun daha ileri ve demokratik bir seviyeye doğru gelişmesini mümkün kılma potansiyelini tamamen yok eden vesayetçiliğin pekişmesinden başka bir sonuç üretmeyecektir. Talep, temel hak ve hürriyetlerin eksiksiz gerçekleştirilmesidir; toplumsal uzlaşma, ancak böyle bir "toplumsal sözleşme"yi hayata geçirmenin stratejik imkânlarını ortaya koymak için anlam taşıyabilir. Hiç düşünülmemesi gereken de, herhalde, statükonun savunulmasında tarihî çıkarları bulunan aktörlerle temel hak ve hürriyetleri pazarlık (ve "ödünleşme") konusu yapmak anlamında bir "toplumsal uzlaşma"dır.
PROF. DR. LEVENT KÖKER

Kaynak: Zaman