'Türkiyeleşmek'...

Adı lazım olmayan yabancı bir ülkenin bazı gazetelerini okudum geçtiğimiz günlerde... Manşetler, köşe yazıları "azgın kapitalistleşme" ve "militerleşme" heveslisi hükümetlerinin yüzünden rejimlerinin tehlikede olduğunu ve "Türkiyeleşme" tehlikesi ile karşı karşıya olduklarını anlatan panik ifadeleriyle doluydu...

Masum bebeklerden katil yaratan, türküler, video klipler aracılığıyla ifade özgürlüğüne tehditler yollayan, insan öldürmeyi meşrulaştıran karanlık güçlerin hep karanlıkta kaldığını; maşalar hakkındaki "soruşturmaların" nasıl bitmediğini, bir takım savcıların soruştırma yapmak yerine kurnaz tehditçileri nasıl koruduklarını ürkerek dile getiriyorlardı.

Emekli olmuş bir takım komutanların, "hakimleri ve memurları hizaya getirmek için bir iki bomba attırdıklarını", kendi ülkelerine düşen yabancı uçaklara ait benzin depolarına kulaklarını ve gözlerini kaparken, gene kendi ülkelerinin şehirlerine -terörle mücadele adına- roketler attıklarını; bu olayı kaymakam ve savcıların "Tamam binbaşım. Sonuna kadar yanındayız" diyerek el pençe vaziyette onayladıklarını adeta tüyleri ürpermiş vaziyette aktarıyorlardı.

Bir zamanlar Cezayir olmaktan korkan Türkiye'nin bu komutanlarının, aynı Cezayir'deki savaş tekniklerini uyguladıklarını; yani orada "islami terörle" savaş adına özel güvenlik kuvvetlerine islamcı örgüt elemanlarının giysilerinin giydirildiği gibi, Türkiye'de de askerlere PKK militanlarının giysilerini giydirdiklerini ve kimin elinin kimin cebinde olduğunun artık bilinemez bir hale geldiğini korku filmi anlatır gibi okurlarının gözünde canlandırıyorlardı.

Bir zamanlar İran olmaktan korkan Türkiye'nin istihbarat birimlerinin, aynı İran'daki Basici örgütünün (ya da başka ülkelerdeki milis kuvvetlerinin) oluşturulma tekniklerinden esinlenerek, uyuşturucu kullanan, kumarbaz, fuhuşa bulaşan, karanlık işlerle uğraşan herkesi istihbarat elemanı olarak kullandıklarının komutanlar tarafından itiraf edildiğini yazıyorlardı.

Bu yabancı ülkenin gazeteleri, bir yandan Anayasa'nın nasıl olması gerektiğine karar veren, diğer yandan "postmodern" darbe yapıp, uluslarararası ilişkiler, sosyoloji ve siyaset sosyolojisi dersi vererek modernite-postmodernite meselesindeki tartışmaları "modernite lehine" sona erdiren, küreselleşmeden ne anlaşılması gerektiğine karar veren askerler vasıtasıyla Türkiye'de üniversitelere artık gerek kalmadığını ya da en iyi ihtimalle "emret komutanım" diyebilen şakşakçı porofesörlerin, mitinglere öğretim elemanlarını ve öğrencilerini yoklama yaparak götüren rektörlerin "makbul" olabileceğine işaret ediyorlardı.

Sonra mesela, bizim Bianet'in haberine dayanarak, Türkiye'deki bir fabrikada sigortasız, yasa dışı çalıştırılan ve "gece çıkan yangında 'kaçmamaları için' kilitli bırakılan", içlerinde 15, 18 yaşlarında gencecik kızların, 32 yaşında hamile bir kadının bulunduğu beş işçinin yanarak öldüğünü; açılan davada patronun hapis cezasının paraya çevrildiğini anlatıyorlardı.

Sonra, Nataşa reklamları eşliğinde, "ucuza" elektronik mal satan mağazalara onbinlerce insanın nasıl gözü dönmüş bir tüketim hırsıyla hücum ettiğini, birbirlerini çiğnediğini, mağazanın içinde hemen bir karaborsanın vücuda geldiğini şaşkınlık ve korkuyla, "Tanrım bizde böyle bir şey olmasın!" duaları eşliğinde sayfalarına yansıtıyorlardı.

Daha başka korku-panik haber ve yorumları da ekleyebilirim ama uzatmayayım... Bu yabancı ülkenin gazeteleri ciddi biçimde "Türkiyeleşmek"ten korkuyorlardı... Korkuları kendi ülkelerinde gerçek olur mu bilemem... Ama bu "hayalî" ülkenin gazetelerinin bizim "gerçek" ülkemizden aktardıkları "gerçek" sahneler ve olaylar korku verici...

Peki bizdeki "carî" korkular ne mi olacak? Hani "Malezyalaşmak", "mahalle baskısı" falan...

Ancak mizah kalkar belki de bu işin altından...

Ali Bayramoğlu çok güzel tanımlamış bu korkular eşliğinde yapılan evlere şenlik yorumları: "Fast-food sosyoloji harekâtı"! Tek bir kelime bile eklemeye gerek yok belki ama insan sormadan edemiyor: Bir takım memleketlere sürekli yapılan hakaretler nasıl bir ahlak ve duygu halinin tezahürüdür, hangi paranoyak tezgahların ürünüdür? Bir zamanlar İranlaşma, Cezayirleşme, şimdi de Malezyalaşma tehlikeleri... ya da olumsuz bir karşılaştırma referansı olarak Afrika'nın bütün ülkeleri hakkındaki yorumlar sadece arsız ve saldırgan bir cehaletin örneği midir?

Tabii, kendi memleketlerinde tek bir araştırma yapmayan, yapılan araştırmaları okumak zahmetine katlanmayan (daha doğrusu bu araştırmaları anlasalar bile işlerine gelmediği için yok sayan) korku kaynakları hakkında kulaktan dolma bilgilerini evirip çevirip piyasaya süren bu "fast-food bilgiçlerin", gene anlamak istemedikleri, sadece araçsallaştırdıkları başka memleketler vasıtasıyla "korku yaratma egzersizleri" yapmaktan vazgeçmelerini ve "Türkiyeleşmek" kabusu üzerine düşünmelerini beklemek aşırı iyimserlik olur...

Onlar için başka ülkeler, sadece aşağılamaktan ve haklarında atıp tutmaktan pek hoşlandıkları "ötekiler"dir, kendi çıkarları için dolaylı işlev gören "kötü örnekler"dir.

Onların, Malezya'da öğretim üyesi Serdar Demirel'in o ülke hakkında anlattıklarına, örneğin Budistlerle Hinduların dinî bayramlarının aynı zamanda ülke çapında resmi tatil günleri olduğu gerçeğine beyinleri, kulakları ve gözleri kapalıdır...

Ama belki de daha önemlisi, onların, şeytan ihtiyaçlarına binaen, Türkiye'de tehlike olarak ilan ettikleri insanların korkularına, duyarlılıklarına ve zenginliklerine kalpleri kapalıdır.

Kendi üzerindeki "fast-food bilgiçlerin mahalle baskılarını" anlatırken, aynı zamanda başka acıları da hissedebilen insanları duyamaz; o insanların derinliğine ulaşamaz onlar...

Yani aşağıdaki mektubu gönderen okurun ve onun anlattıklarının, anlatabileceklerinin, anlatmak istediklerinin düzeyine de çıkamazlar...

"Merhaba Ferhat Bey,

İsmim Elvan Yılmaz, üniversite öğrencisiyim, 21 yaşındayım. Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü 3. sınıfa geçtim. Yazacak, söyleyecek o kadar çok sözüm var ki, diyeceklerimi nereye, kime anlatsam diye düşünüyorum. Gerçekten çok büyük sıkışmışlık hissediyorum. Çünkü gariptir artık insanlar sözlerinize de itimat etmiyor, kendi kafalarında biçtikleri size giydirdikleri niyetlere inanıyorlar. Kendileri çalıyor, kendileri dinliyorlar yani. Söyleyecekleriniz karnınızda kalıyor.

Malum Türkiye'de son günlerde gündemde bir konu var; başörtü sorunu. Ben de hayretler içerisinde izliyorum bu gündemi. Ben de başörtü takıyorum. Niye bu kadar olay oluyor anlamıyorum. Ama ortalıkta dönen sözleri, yorumları duyunca gerçekten çok şaşırıyorum, insanlar nasıl bu kadar basiretsizleşti, anlama yetileri kayboldu diye. Çünkü gariptir insanlar, başörtü takan insanlar hakkında kendileri birşeyler ya düşünmüşlerdir ya düşünmemişlerdir. Ama hepsi ortalama dillendirilen aynı önyargıda buluşuyorlar.

Bakın ben Elvan, hergün insanlar arasında yürüyorum, onların arasından geçiyorum. Tanımadığım insanlar etrafımdan geçiyor, onlar da beni tanımıyor. Ben kimim, neyim, ne okurum, hangi yazarı severim, ne dinlerim, hangi şarkıyı severim, hangi olayı nasıl yorumlarım, artılarım, eksilerim, işe yaramaz taraflarım, bunları sadece yakınlarım ve benim izin verdiklerim biliyor. Buraya kadar herşey normal.

Bundan sonra ise şunun olduğunu görüyorum; benim 'giydiklerimi' gören birileri bana tavır almaya, veya bana ne kadar yakın duracaklarını tartmaya başlıyorlar. Benden kendi aralarında bahsederken "bunlar" diye bahsediyorlar. Haliyle insan mahzunlukla düşünüyor; ömür boyu kendimi kendime tarif etmeye, "özel" biri olarak çizmeye çalışacağım belki de, -çünkü herkes özeldir ve özenle tarif edilmek ister- 'tanımadığım bu insanlar' nasıl bu kadar hakkımda kendi aralarında bir nesneymişim, kenarda kalmış kendi çapında aciz bir yaratıkmışım gibi kırıcı konuşabiliyorlar. Ötekileştirilmek neymiş yaşayarak öğreniyorum. Ve o kadar gizli, nerden geldiği belli olmadan saldırılıyorum ki kendinizi koruyamıyorusunuz. Çünkü insanların tek tek ne düşündüğünü bilemezsiniz, ve hakkınızda düşündüklerini bilseniz de tek tek düzeltemezsiniz.

Televizyonda bazı hukukla, siyasetle ilgilenen baylar çıkıp şunları söylüyor. 'Siz şimdi kılık kıyafette özgürlük getireceğiz diyorsanız, bunlar yarın kamu alanında da çalışmak ister.' Kendimi bilim kurgu filminde gibi hissediyorum, ben toplumu zehirlememesi gereken, tecrit edilip kendi kapatılmış kutusunda durması gereken bir zararlı(mı)yım.

Gerçekten şiddete uğruyorum, manevi olarak şiddet. Yoruluyorsunuz. Onlar, bunlar, şunlar diye cümleler kuruyorlar. Yüzünüze hiç birşey söylenmiyor, fakat birey olarak sizden şüpheler duyuluyor, tavır alınıyor, bazı yerlere sokulmuyorsunuz, kapısında daha cümle kuramayan, okuduğunuz kitabın ne olduğunu bilmeyen, sözünüzden anlamayan üç kuruşluk adamlar otorite olarak veya otoritenin amirleri olarak size pislikmişsiniz gibi davranıyor. Cevap vereyim diyorsunuz ama nasıl nasıl sorusu beyninizi bir kurt gibi kemiriyor. Sorun şu: cümleler çoğul ama ben o cümlenin gizli öznesiyim ve tekilim, burda bir çelişki var. Cümle bile kuramıyorum, kurunca alakasız duruyor. Bu yüzden hiçbir başörtülü çıkıp da konuşamıyor, bana bunları yapıyorsunuz, ben buyum diyemiyor. Sen kimsin diyorlar? Teker teker bütün şüphe edilenler beyanat mı vermeli kendilerine öteki gibi davranılmaması için? Beyanat da verilse inanmazlar, çünkü sorun başörtülüler değil, bir algı sorunu; şizofreni.

Ne dediğimi anlamak için yaşadıklarımı herkesin teker teker yaşaması gerekir. Kendinizi ifade edemediğinizi, anlatamadığınızı... Düşünün ki hayatta insan olarak tek amacımız kendimiz olmaktır; kimseye anlatmadan da kendiniz olursunuz ama kabul edilmek de istersiniz. Size güvenilmediğini düşünün. Pratik olarak dışlandığınızı düşünün fakat bir derdim var diyemediğinizi düşünün.

İnanın artık düşünce suçluları neler çekiyor anlıyorum; Kürtler, Ermeniler neler yaşıyor anlıyorum. Sokak çocuklarını anlıyorum, velhasıl ezilmişleri, bütün ötekileri anlıyorum. 21 yaşındayım ama yaşanılan bu kabus herşeyi farketmeme sebep oldu.

İnsan kimdir, tek başına neden değerlidir herşeyi görüyorum. Konuşmaya, halden dertten anlayan birilerini görmeye bazen öyle şiddetli ihtiyaç duyuyorum ki, 21 yaşında herşey ağır geliyor. Size yazmamın tek nedeni buydu. Başınızı şişirdiysem özür dilerim.

Hoşçakalın."