İsrail'le askeri işbirliğinin durdurulduğu ve İsrail komandolarının Gazze'ye giden yardım filosuna yaptığı baskından sonra Ankara'nın çektiği büyükelçisini geri göndermeyeceği haberleri, Türkiye ve İsrail ortaklığının sona yaklaştığını göstermektedir. Dahası, bu iki yönetimin ilişkilerindeki bozulma, İsrail ulusal güvenlik doktrininin asal bir öğesinin yani İsrail'le doğrudan çatışma içinde bulunmayan Türkiye, İran ve Etiyopya gibi Ortadoğu'daki gayri Arap devletlerle ve Lübnan'daki Marûniler, Irak'taki Kürtler gibi dini ve etnik azınlıklarla ittifak kurmayı öngören Çevre Doktrinin de tarihin çöp tenekesine atıldığına işaret etmektedir.
İlk kez İsrail'in birinci başbakanı David Ben Gurion ve İsrail'in Ankara'ya gönderdiği ilk diplomatik temsilci ve Ortadoğu uzmanı Eliyahu Sasson tarafından dile getirilen Periferi/Çevre Doktrinine, Arap Dünyası'nın diplomatik ve ekonomik boykotunu dengelemenin bir yolu ve Arap ulusçuluğunun karşıtı bir geleneksel güç dengesi stratejisi olarak bakıldı.
İsrail gibi NATO üyesi Türkiye'nin, Şah İran'ı ve Etiyopya İmparatoru Haile Selasiye'nin de Washington ve batıyla dostâne ilişkiler içinde olması ve Arap devletleriyle geçmişe giden çatışmalar (Türkiye, Suriye ile; İran, Irak'la; Etiyopya ise Sudan'la) yaşamaları, İsrail'in bu Amerikan yanlısı ve gayri Arap ülkelerle ortaklığı güçlendirmesine yardım etti. Fakat Ben Gurion ve İsrailli diğer liderler bu doktrine Arap ulusları İsrail'i tanımayı ve onunla barış yapmayı reddettikleri müddetçe izlenecek geçici bir strateji nazarıyla baktılar. İsrail politikasının merkezi görüşünü – İsrail'in Arap komşularıyla barışın sağlanmasını - ikame eden bir strateji olarak görülmüyordu. 1940'larda Sovyetler Birliği, 1950'lerde Fransa ve 1967'den beri de ABD gibi bir dış askeri güçle stratejik ilişkilere alternatif olarak da hizmet etmedi. Hülâsa, Çevre Doktrini, en iyi halde mâliyetli ama kısa vadeli realpolitik bir strateji olduğunu, en kötü halde ise uzun vadeli bir illüzyon olduğunu ispatlamıştır. İsrail'in Etiyopya ve İran ile yakın ilişkileri, bu ülkelerdeki kadim rejimlerin düşüşü ve hemen ardından da bu ülkeleri kuşatan siyasi çalkantılar sonrasında bozuldu. Marûniler ve Kürtler gibi etnik ve dini azınlıklarla da uzun vadeli ve istikrarlı bir ilişki sürdüremedi.
Aslında İsrailli politikacılar nezdinden şu açık: İsrail, belli başlı Arap ülkeriyle savaş halinde kaldığı müddetçe, ekonomik mülahazalar, askeri çıkarlar ve dini yakınlık, Türkiye'nin, diğer çevre ülkelerin ve azınlıkların İsrail'le ilişkileri genişletme gönüllülüklerine ve kâbiliyetlerine açık sınırlarmalar koyacaktır. Bu bakış açısından, İsrail ve Türkiye – dolayısıyla İran ve Lübnan Marûnleri – arasındaki ilişkiler hiçbir zaman “stratejik ittifak” değildir. Çevre Doktrini'nin hedefindeki Türkiye ve diğer ülkeler, saldırgan Arap ulusçusu hükümet ve hareketlerden gelen baskıya direnilecek ilave diplomatik ve askeri kaynak sağlayan İsrail'le ilişkilere, riski azaltmaya yarayan bir yol nazarıyla bakmışlardır. Bu bakış açısından, I. Körfez Savaş'ından beri neocon dış politikasının ileri sürdüğü fikir yani daha güçlü bir İsrail-Türkiye “stratejik” ittifakının, Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu'sunu dönüştüreceği, Ürdün ve Mısır gibi Amerika yanlısı Arap hükümetlerini bu yeni bloka katılmaya zorlayıp Saddam Irak'ı ve Ayetullah'ların İran'ı gibi radikal aktörleri tecrit ederek bölgede ABD yönelimli müşterek hâkimiyet oluşturmaya yardım edeceği fikri, bizi Irak'ı “özgürleştirmeye” götürenlerin uydurduğu fantezilerin bir diğer örneğidir.
İsrail-Türkiye ittifakının sağlam taraftarı Daniel Pipes, 1998'de Commentary dergisinde soğuk Savaş Savaş sonrası “Yeni Ortadoğu'nun hızla yeni bölgesel iki bloka doğru yol aldığını” yazmıştı: Bloklardan birinin merkezinde Türkiye ve İsrail duruyor ve bu iki ülke birçok bakımdan doğal müttefiklerdir. Her iki ülke de Arap değil, her iki ülke de demokratik ve batı yönelimlidir ve her ikisi de büyük bir orduya sahiptir ve terörizm tehdidiyle karşı karşıyadır. Her ikisi de ABD'yle ilişkilere büyük bir yer ayırmakta ve her ikisi de karşı blokun merkezindeki Suriye ve İran'la sorun yaşamaktadır. Pipes, Suriye ve İran arasındaki ilişkileri sathi bulmuş -ki ona II. Dünya Savaşı sırasında Almanya ve Japonya'nın ilişkilerini hatırlatmaktadır – hatta İsrail ve Türkiye ilişkilerini II. Dünya Savaşı sırasında ABD ve İngiltere ilişkilerine bile benzetmiştir.
Türkiye-İsrail arasındaki muhayyel “özel ilişkilerin” parçalanması karşısında Washington ve diğer yerlerde şok dalgaları oluşturarak belki de nihayete ermiş olan, Pipes ve Türkiye-İsrail “stratejik” ittifakının diğer savunucularının ürettiği yüksek beklentiler ve bugünkü hükümetin İslamcı ideolojisi ile Yahudi devletiyle ilişkilerin kötüleşmesi arasında bir bağ gören kanaattir.
Fakat genel olarak, Türkiye ve Arap ülkeleri arasındaki gerilim ve yakınlaşma dalgaları, Ankara'da laik hükümetler varken bile yaşanan Türkiye-İsrail ilişkilerindeki iniş-çıkışlar, Arap-İsrail çatışmasındaki gelişmeleri yansımıştır. Türkiye 1947'de taksim planına ve İsrail devletinin kurulmasına karşı çıktı; fakat 1949'da, Mısır ve Ürdün İsrail'le ateşkes imzaladıktan sonra İsrail'i tanıyan ilk müslüman ülke Türkiye oldu. 1950 Aralık ayında sefâret düzeyinde ilk diplomatik misyon göreve başladı ancak İsrail'in Mısır'a düzenlediği saldırı sonrasında Tel Aviv'deki sefâret 1991 Aralık ayına dek maslahatgüzârlık düzeyinde tutuldu; Madrid'de Arap-İsrail barış konferasının başlamasından altı hafta sonra Türkiye, İsrail'le ilişkilerini büyükelçilik düzeyine yükseltmeye karar verdi. Türkiye, I. İntifada sırasında bağımsız bir Filistin devletini tanıyan dördüncü – ve İsrail'le diplomatik ilişkileri sürdüren tek müslüman ülke - olarak Filistin davasına destek işareti vermişti.
Türkiye'nin Arap ülkeleriyle ilişkileri son yıllarda iyileştirmesine pek çok anlam verilmişse de Türkiye'nin uzun vadeli çıkarları, coğrafi yakınlık, ekonomik çıkarlar, medeniyet mülahazaları, komşularıyla ilişkilerin normalleştirmesini gerektirir anlayışına dayalı olmuştur ki aynı etkenler, İsrail Arap dünyasıyla savaşta olduğu müddetçe Ankara'nın Yahudi devletiyle tam bir ittifak içerisinde olmasını imkansızlaştırmaktadır.
Kısa vadeli siyasi ve askeri mülahazalar – iki ülkenin Suriye'yle sorunları ve İran'la gerilimler ve de Mısır'ın Cemal Abdul Nasır'ının liderlik ettiği Arap ulusçuluğu baskısını kuşatma ihtiyacı – Türkiye-İsrail işbirliğine daha musait bir bölgesel çevre yaratmıştı. Aynı zamanda, bu iki ülke arasındaki ilişkiler, İsrail politikalarına yanıt olarak ekşime de göstermiştir.
Dolayısıyla Türkiye, 1955'te Irak'la Bağdat Paktı'nın kurulmasından sonra (İngiltere, Pakistan ve İran da katılmıştır) İsrail'le ilişkilerini geriletmiş ve bir İsrail saldırısı durumunda Ürdün'e yardım sözü vermiştir. Dahası, Türkiye, İsrail'in 1982'de Lübnan'ı işgal etmesine ve Filistin topraklarındaki politikalarına yanıt olarak çoğu Arap ve müslüman ülkelerin safına katılıp İsrail'i kınamıştır ki Türkiye'nin İsrail'i bir müttefik olarak görmediği, sadece birkaç ortak çıkarın bulunduğu önemli bir bölgesel güç olarak gördüğü gerçeğini yansıtır. Pipes ve diğerlerinin geliştirip ileri sürdüğü İsrail'e katılarak Amerikan hegemonu'nun Ortadoğu'daki ikiz şerifleri olma fantezisine ordu dâhil laik Türk seçkinlerinin üyeleri de müşteri olmadı. Amerika'nın Irak işgaline, İran'ın tecridine ve Filistinlilere yönelik İsrail politikalarına gösterilen Türk muhalefetine Türklerin büyük çoğunluğu katılmıştır ve ayrıca Soğuk Savaş'ın sona ermesi, radikal Pan Arap projesinin suya düşmesi ve de İsrail'le Arap barış anlaşmaları, Arap ülkeleriyle bağların iyileştirilmesi için yeni fırsatlar sunmuştur.
Yeterince ilginçtir, İsrail eski dışişleri bakanı ve İşçi Partisi eski lideri Şolomo Ben Ami gibi İsrailli bazı politikacılar, İsrail'in uzun vadeli çıkarlarının, Filistinliler dâhil Mısır'la ve Arap dünyasının geri kalanıyla ilişkileri iyileştirmek geçtiğini ve Türkiye'yle ortaklığın, İsrail'i Ortadoğu'yla bütünleştirme stratejisini ikame edeceği şeklinde bir yanılsamadan uzak durmada yattığını vurgulamışlar ve bu yeni Türk yönelimini yansıtmışlardı.
Şolomo Ben Ami, Ha'aretz'de yayınlanan bir söyleşide, İsrail'in Türkiye, İran ve Etiyopya ile çevre ittifakı “1950'lerde Araplarla barıştan uzak durmak için oluşturulmuştu” diyor. Bu ittifaka geri dönüşün, Arap dünyasıyla uzlaşmadan geçtiğini vurgulayan Ben Ami, şu sonuca varıyor: “Türkiye bize şunu anlattı: Bize yani ikinci halkaya ulaşmak için birinci halkayla barış yapmak zorundasın; ve biz, aracı olmak istiyoruz.”
Özgün başlık: Çevre İttifakı'nın çöküşü ve Pipes'ın Türkiye rüyâsının yok oluşu
Kaynak: Huffington Post
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın