Türkiye Osmanlıymış gibi davranıyor

 
ABD'nin Irak ve Ermeni tasarısına dair tutumunu Türkiye belirlememeli. Bu ülkenin demokratikleşmesi amacıyla Kıbrıs ve Irak sınırından çekilmesi, Ermenistan'a dair gerçekle yüzleşmesi ve Osmanlı sistemi hâlâ yürürlükteymiş gibi davranmaması için ısrar etmeliyiz

Geçen asırda soykırımın veya soykırım teşebbüsünün başlıca kurbanları Ermeniler, Yahudiler ve Kürtlerdi; en azından soykırıma maruz kalanlar arasında bu halkların önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Ekim ayının büyük bölümünde hem gelişmeler hem siyasetçiler bu üç halkı birbirinin boğazına sarılmaya itmek için elbirliğiyle çalıştı. Bu insanlık fiyaskosundan öğrenilen ne?

Kısaca özetleyelim: Tam da ABD Temsilciler Meclisi'nin 1915'teki Ermeni katliamlarını taammüden 'ırk cinayeti' (soykırım kavramının henüz ortaya çıkmadığı o dönemde ABD Büyükelçisi Henry Morgenthau'nun kullandığı ifade buydu) olarak tanıma ihtimalinin ortaya çıkmasıyla, Türk yetkililer Kuzey Irak'taki Kürt yönetimindeki özerk bölgeleri istila etme tehditlerini tekrar iki katına çıkardı. Ve birçok Amerikalı Yahudi kendisini, zulmedilen ve katledilenlere duyduğu sempatiyle İsrail devletinin (ki Türkiye'yle, özellikle de Türkiye'nin yüksek düzeyde politize silahlı kuvvetleriyle stratejik bir ortaklık yürütmekte) çıkarlarına sadakati arasında bölünmüş buldu.

PKK Aydınlık Yol'u andırıyor

Bu kasvetli resmi aydınlatmaya, birkaç ayrım ortaya koymakla başlanabilir belki. 1991'de Kuzey Irak'ta (gidip Kürdistan'ın zehirli gaza maruz bırakılan kasaba ve köylerini görebilir, o gazın kokusunu duyabilirsiniz hâlâ) Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri Celal Talabani'nin şunu dediğini duydum: Kürtler, soykırım döneminde Osmanlıların maşaları olarak oynadıkları rolden dolayı Ermenilerden özür dilemeliydi. Bu sözleri sık sık tekrarlayan Talabani, şu an Irak devlet başkanlığı koltuğunda oturuyor.

(Bu arada, Talabani'nin hiçbir zorunluluğu olmamasına rağmen yaptığı bu açıklamayı kendi içinde şunun kanıtı sayıyorum: Gururlu insanlar, aslında işlemedikleri iğrenç suçlar için özür dilemeyi genellikle önermez.) O yüzden elbette, geçen ay doğrultulan Türk topları ve füzelerinin hedefinde, hem bir Iraklı hem bir Kürt olarak, Talabani vardı.

Ve bu noktada daha öte bir ayrım: Kürt hakları ve taleplerinin sıkı destekçileri olarak birçoğumuz sözüm ona PKK hakkında en derin çekincelere sahip. Söz konusu olan, biraz Ortadoğulu bir Aydınlık Yol'u andıran, Stalinist bir tarikat örgütü. Bu haydutsu fraksiyonun Irak Kürdistanı'ndaki yeni özgürlük kuşağını suiistimal etme teşebbüsü büyük bir sorumsuzluk; ayrıca doğrudan doğruya Türk ordusu içinde Kemalist şovenizmi Başbakan Tayyip Erdoğan hükümetine karşı bir silah mahiyetinde diriltmek isteyen güçlerin eline koz veriyor. Ordu içindeki bu güçler Erdoğan hükümetini Kürt taleplerine karşı yumuşak bir tavır içinde görüyor. Bu noktada bir paradoks var: Türk laikliğini savunduklarını iddia eden üniformalı satraplar sıklıkla, kısa süre önce tekrar iktidara seçilen ve büyük oranda İslamcı olan AKP'den daha gerici bir tutum sergiliyor. Generaller bu yıl başında o dönemin dışişleri bakanı, bugünün cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le Irak'taki Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki bir görüşmeyi veto etti. Tek başına bu bile generallerin sınır ve PKK meselelerini, iç politika açısından birer mengene gibi kullandığını gösteriyor.

Yani yeterince karmaşık bir durumla karşı karşıyayız, fakat Kongre ve yönetim bu meseleyi akla zarar bir amatörlükle ele alıyor. Ermeni tasarısı eski bir hikâye. Senatör Robert Dole tarafından desteklenip Başkan Bill Clinton tarafından engellendiği günleri hatırlayabiliyorum. Bu tasarıyı on yıllar önce kararlı bir şekilde onaylamamış olmamız ne kadar utanç verici. Fakat şimdi Kürt kelimesini zorla telaffuz edebilen bir Temsilciler Meclisi ve Beyaz Saray, Türklerin sevgisinden başka hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi davranıyor. Ve bunun sonucu olarak ABD ve dostları, kararlı davranıp meseleyi başka yollardan ele almak yerine, Ankara tarafından sıkıştırılıyor. Bu da çok alçaltıcı bir durum.

Savaş öncesi yaptığı affedilemez

2003'te, on yıllar boyu ABD ve NATO desteğinden beslenen Türk yetkilileri Saddam Hüseyin'in devrilmesine yönelik bir 'kuzey cephesi' açılması için topraklarını kullandırmayı reddetti; kendi güçlerinin de bizim peşimizden Irak Kürdistanı'na girmesi şartı koydular. Bush yönetimi gayet yerinde bir tavırla bu pazarlığı reddetti. Türkiye'nin sonrasında kapıldığı küskünlük nöbetinin yol açtığı zarar muazzamdı -hiç kimse bundan söz etmiyor, fakat koalisyon güçleri Bağdat'a iki istikametten gelmiş olsaydı, birçok Sünni bölgesi çok daha uzun zaman önce meseleyi (yani rejim değişikliğinin geri çevrilemez olduğunu) idrak edecekti. Haydut PKK varlığı o günlerde sıcak bir mesele değildi; Türkiye'nin arzusu, Iraklı Kürtlerin bir tür
özyönetim oluşturmasını ve kendi büyük Kürt azınlığı için bir ilham veya teşvik haline gelmesi ihtimalini erkenden ortadan kaldırmaktan ibaretti.

Resmi yalana boyun eğemeyiz

Öyleyse birkaç hususta açık olalım. Amerika'nın hararetli desteğiyle Türkiye'nin üyelik için başvurduğu AB, Türkiye dahilindeki Kürtlerin kültürel ve siyasi haklarının tanınmasında ısrar ediyor. Bizim daha azını istememiz mümkün değil. Türkler Ermenilerin başına gelenlere dair resmi yalanlarını sürdürmek istiyorsa, bizden aynısını yaparak onlara boyun eğmemiz beklenemez (ve kendimize ve dostlarımıza yönelik, Kongre'mizi gerçekleri tasdik etmekten alıkoyacak her tür tehdide muhakkak karşı çıkıp reddetmeliyiz). Dahası Kıbrıs sorunu da varlığını sürdürüyor; Türk ordusu orada 1974'ten beri, sayısız BM kararıyla tekrar tekrar kınanan bir işgal yürütüyor. Tavrımızı Türkiye'nin saldırganlığının belirlemesine izin vermemeliyiz; bu ülkenin demokratikleşmesinden ve modernleşmesinden yana tutum almalı, bu amaçla askerlerini Kıbrıs'tan ve Irak sınırından çekmesi, Ermenistan konusundaki tarihsel gerçekle yüzleşmesi ve sanki Osmanlı sistemi hâlâ yürürlükteymiş gibi davranmaktan vazgeçmesi için ısrar etmeliyiz

Kaynak: Radikal