Türkiye ne zaman model olur?

Arap dünyasındaki yeni demokratikleşme dalgaları, beklenmedik bir şekilde bir Türkiye modeli tartışması başlatmış durumda. Bu tartışmanın en ilginç yanı, Müslüman Kardeşler teşkilatı üyelerinden, Amerika’da Columbia Üniversitesi profesörü Rashid Khalidi gibi seküler entelektüellere kadar uzanan geniş bir yelpazede Arap aydınlarının her türlü fikir ayrılıklarına rağmen Türkiye modeli konusunda ortak bir kanaate sahip görünmeleri. Orta Doğu halkları üzerinde uluslararası siyaseti vesilesiyle azımsanmayacak bir itibara sahip olan İran, Türk modelinin ana rakibi gibi görülürken, muhafazakâr bir Sünni dayanışmayı temsil etmeye çalışan Suudi Arabistan ise bölgedeki nüfuzunu büyük oranda ekonomik ağlarla korumaya çalışıyor. Türkiye, İran ve Suudi Arabistan arasındaki bu modellik rekabeti söylemi, yüzeysel analizlerin altına inildiğinde pek çok çelişkiyi ve soruyu ortaya çıkarıyor. Cumhuriyet döneminin Harf İnkılâbı gibi köklü kültürel dönüşümleri vesilesiyle Arap dünyasıyla bağları oldukça zayıflamış olan Türkiye, niçin ve ne zaman bu coğrafyada tekrar sözü edilen ve örnek alınan bir ülke durumuna geldi? Türkiye’nin Arap halkları arasında sevilen bir model ülke haline gelmesi ile, Türkiye’nin Amerikan, İsrail, İran ve Avrupa Birliği ilişkileri arasında nasıl bir bağlantı var? Türkiye’nin modelliği gerek Arap halkları ve gerekse uluslararası düzen için ne anlam ifade ediyor?

Harf İnkılâbı travması

Tanzimat döneminden itibaren, İslam dünyasındaki Osmanlı-Türkiye modelliği tartışmasının tarihine inildiğinde iki husus dikkat çekecektir. Birincisi, dünyadaki Batı hegemonyası, Türkiye’yi bu hegemonyanın kurmaya çalıştığı düzeni tehdit ediyor olarak gördüğü durumda, Türkiye, İslam dünyasındaki itibarını arttırmıştır. Örneğin, Osmanlı’nın hasta adam olarak görüldüğü yıllarda, Hindistan’dan Orta Asya’ya, Arap âleminden Endonezya’ya kadar olan coğrafyada, hem anti-emperyalist ve hem de reformcu olan milliyetçi gruplar, Türkiye’yi kendilerine bir ilham kaynağı ve model olarak görmüşlerdir. Kurtuluş Savaşı yıllarında, Ankara hükümeti ve Mustafa Kemal sömürgeciler tarafından fanatik Batı karşıtı bir güç olarak takdim edilirken, Hindistan’da Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen çok güçlü bir hilafet hareketinin doğması bunun en güzel örneklerinden biridir. Yine Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Türkiye’nin dünya çapında hem Müslüman ve hem de üçüncü dünyacı bir enternasyonal desteğe sahip olması, Lozan Anlaşması sonrası kurulan Cumhuriyet Türkiyesi’nin emperyalizme karşı milliyetçi hareketler için bir ilham kaynağı olmasıyla alakalıydı. Ancak, bu anti-emperyalist Türkiye sempatisi hiç bir zaman tek başına modellik için yeterli olmadı.

Bununla beraber, Türkiye içinde anayasacı, demokratik bir sistemin kurulması, Türkiye’yi model yapan en önemli sır noktasıydı. İslam dünyasındaki Osmanlı hayranlığının başlaması, Abdülhamit döneminin başındaki Anayasacı dalga ve Namık Kemal neslinin ortaya koyduğu parlamento, meşveret gibi evrensel değerlerle uyumlu Müslümanlık ile alakalıydı. Osmanlı sevgisi, Abdülhamit döneminde devam etti, ama tekrar ikinci bir zirve noktaya çıkması, 1908 Meşrutiyet Devrimi sonrasında Enver Paşa gibi karakterlere duyulan hayranlıkla bağlantılıydı. Ne zamanki, Türkiye içeride meşruti anayasal bir düzene sahip olup, dışarıda Batı merkezli düzene karşı direnişi temsil ettiyse, Arap ve İslam dünyasında Türkiye hayranlığı da daha fazla oldu. Cumhuriyetin ilk yılları buna güzel bir örnektir.

Türkiye’nin Harf İnkılâbı ile zirve noktaya çıkan kültürel Batılılaşma politikası neticesinde Arap dünyası ile yaşanan soğukluk bir yana, Türk modelliği için asıl öldürücü darbe 1930’lardaki otoriter tek parti yönetimi oldu. 1950’lerde Türkiye çok partili rejime geçtiğinde Türk modelliği canlanamadı, zira bu sefer, içeride demokrasi olmasına rağmen, Soğuk Savaş döneminde batı bloğunda yer alan Türkiye, dış politikada Arap halklarının yanında değil de, emperyal güçlerin yanında görüldü. Türkiye’nin 1956 Bandung konferansında, Nehru Hindistanı veya Nasır’ın Mısır’ına göre çok gölgede kalması, bu uluslararası sistem içindeki rolüyle alakalıydı. 1950’lerde Türkiye modelini savunanlar, ABD merkezli Soğuk Savaş aydınları ve modernleşme teorisyenleri idi. O dönemde Türkiye’yi hem Nasır’a ve hem de Mussaddık’ın İran milliyetçiliğine alternatif gösteren Amerikan sosyal bilimcilerinin çelişkileri çok barizdi. Zira Nasır ve Musaddık, Amerikanvari modernleşme teorisine fazlasıyla uyan isimler olmasına rağmen, onlar uluslararası ilişkilerde Amerikan yanlısı olmadıkları için kınanıp, kötü gösterilebiliyorlardı. Hatta Amerika uzun bir dönem, Nasır’a karşı, Sünni dünyada muhafazakâr ve pek çok yönden modernleşme paradigmasına uymayan Suudi Arabistan’ı örnek gösterecekti.

Orta Asya için ‘taşeron modellik’

Türkiye tekrar, Soğuk Savaş’ın sonunda, Arap ülkeleri için değil, Orta Asya için model olarak gösterilecekti. Ancak, bu taşeron modellik, devrim sonrası İran’a karşı kurulmuş ve Batı dünyası tarafından teşvik edilen bir modellik olup, hem demokrasi hem de uluslararası ilişkiler açısından zafiyetler taşıyan bir modellikti. Batı karşıtı fundamentalist İran’a karşı, Batı yanlısı demokrat Türkiye modeli tartışması, Türkiye içinde ilerici Kemalist ve gerici İslamcı tartışmasının fay hatlarıyla da kesişiyordu. Bir ara MHP ülkücülüğü ile harmanlanan bu Amerikan destekli Orta Asya modelliği tecrübesi, büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanacaktı. Geriye dönüp bakıldığında, ekonomik ilişkiler ve öğrenci değişimi olarak bazı olumlu başarılarına rağmen, Orta Asya’da şu anda Türkiye modelinden bahseden olmadığı gibi, Türkiye Orta Asya’nın dünyanın kötü yönetilen ve baskıcı bölgelerinden biri haline gelişini seyretmekten başka bir şey yapmamış oldu. 28 Şubat 1997’de post-modern darbeyle, içerideki demokrasisi zedelenen Türkiye, 1997-2002 arasındaki dönemde, Arap dünyasındaki halkların biraz da acıyarak baktığı bir ülke görünümündeydi. Dış politikada İsrail ile işbirliği yapan, iç politikada din özgürlüklerini bile sağlayamayan, ekonomisi bozuk Türkiye neredeyse İslam dünyasının hasta adamı haline gelecekti.

Araplara demokrasi ilhamı

2002 seçimlerinde AK Parti iktidara geldiğinde, tekrar Türkiye modeli lafını ortaya atanlar, 11 Eylül sonrasında İslam dünyasına başarılı ve ılımlı bir Müslüman modeli göstermeye çalışan Bush yönetimi çevresindeki aydınlardı. Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı onun demokrasisini güçlendirirken, uluslararası ilişkilerde bağımsız bir Türkiye profili henüz yoktu ve Arap halkları için Türkiye modeli dışarıdan empoze edilmeye çalışan bir modeldi. Arap halklarının Türkiye’ye ilgisi, 2003 yılında Türkiye’nin, demokrasisin gücü sayesinde, Irak’a Amerika’nın yanında asker göndermeyi reddetmesiyle başlamış olarak görülebilir. Bir meclis kararıyla bu projenin reddedilmesi, iç politikada demokrasi ile dış politikada onurlu tavır arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaktaydı. Ancak, modellik konusundaki asıl dönüm noktası, 2007 seçimleri ve Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın tavrıyla sembolleşen Türkiye’nin Filistin konusunda sergilediği İsrail ve dolaylı yoldan ABD eleştirisi oldu. Buna ekonomik kalkınmadaki başarılar da eklenince, zamanla Arap halkları arasında çok önemli bir Türkiye ilgisi oluşmaya başladı.

Bu noktada Türkiye’yi İran ve Suudi Arabistan ile karşılaştırmak, Türkiye modelliğinin değişik gruplar için ne anlam ifade ettiğini anlamamıza yardımcı olabilir. Ahmedinejad yönetimindeki İran, Filistin halkına olan desteği, İsrail eleştirisi ve Ortadoğu’daki Amerika’nın çifte standartlarını eleştirmek konusunda çok şiddetli bir söyleme sahip ve bu açıdan önemli bir taraftar ediniyor. Mesela yapılan anketlerde, Orta Doğu halkları arasında en sevilen yabancı liderler listesinde, Ahmedinejad, Erdoğan’ın ardından ikinci sırada yer almayı sürdürüyor ki Sünni toplumlar için bu çok önemli bir sempati işaretidir. Ancak, İran kendi içinde demokrasisi olmayan ve ekonomisi zayıf bir ülke olduğu için, İslami hareketler dahil hiç bir grup İran’ın modelliğine sıcak bakmıyor. Öte yandan, Türkiye’nin İsrail konusundaki tavrı İran’a kıyasla çok daha ılımlı olmasına rağmen, Türk hükümetinin İsrail eleştirileri ve Filistin yanlısı tutumu daha fazla tesirli görülüp, beğeni topluyor. Benzer bir çelişki Türkiye-İran ilişkileri için de geçerli. Türkiye belli konularda İran’a uluslararası arenada destek verirken, hem Amerika’nın bu konudaki ciddi baskılarına karşı direnmiş oluyor hem de Suudi Arabistan liderliğindeki Sünni grubun mezhep kökenli İran düşmanlığına karşı enternasyonalist bir tavır sergilemiş oluyor. Ancak, öte yandan, şu an bölgede İran rejimine karşı en ciddi alternatif modeli sunan ve İran muhalefetine ilham kaynağı olan ülke de Türkiye. Güçlü bir demokrasiyi koruyarak, hem ABD ve hem de Avrupa ile dengeli bir ilişkiye sahip olarak, uluslararası düzende Filistinlilere veya diğer halklara karşı yapılan haksızlıkları eleştirmek İran üslubundan daha tesirli görülüyor. Bu açıdan Türkiye modellik konusunda sihirli denklemi yakalamış gibi. Ortadoğu’daki İslami gruplar, ne İran’a ne de Suudi Arabistan’a benzemek istiyorlar. Türkiye örneğiyle, onlarda artık klişeleşmiş ve Ortadoğu’daki baskıcı rejimlerin ideolojisi haline gelmiş, Batıcı laiklik karşısında gerici İslamcılık retoriğinin açığa çıkmasını ve bu retorik sayesinde devam ettirilen haksızlıkların sona ermesini istiyorlar. Öte yandan, Ortadoğu’nun laiklik hassasiyeti olan halkları da Türkiye örneğinden çok memnun. Kimsenin inancı veya inançsızlığı sebebiyle baskı görmediği, demokrasinin sağlıklı işlediği bir ülke, özellikle yeni Arap demokrasileri için bir dış ilham kaynağı olmaya devam edecek gibi.

Demokrasi olmadan asla!

Bu karmaşık modellik denkleminde Türkiye’nin de önemli zaafları yok değil. Pek çok yönden modellik Türkiye’nin aktif olarak istediği bir rol olmayıp, kendi başarısı sonrasında Arap halklarının ona atfettiği bir konum. Bu yüzden, bu modellik tartışmasının içeriği hala çok zayıf görünüyor. Türk dizilerinin Arap dünyasındaki tesirinden bahsediliyor, ancak bu diziler, daha çok eski Brezilya dizileri veya Amerikan programları gibi eğlence için seyredilen ve Türk-Arap halkları arasındaki tarihi ve kültürel bağların gelişimine çok az katkıda bulunacak araçlar. Türk ve Arap halkları arasındaki akademik, toplumsal ve kültürel bağlar hala çok zayıf durumda. Bu açılardan bakıldığında, ABD veya Avrupa ülkeleri ile Arap halkları arasındaki bağ Türkiye’yi fazlasıyla gölgede bırakacak nitelikte. Her yıl on binlerce Arap genci ABD veya Avrupa’ya öğrenci olarak gidiyor. Bunun karşılığında, Arap ülkelerine eğitim amaçlı giden ABD’li öğrencilerin sayısı dahi Türkiye’den oraya giden turistlerin sayısından daha fazla. Üstelik Türkiye kendi içinde bazı demokratik ikilemlerini aşmış değil. Başörtülü dindar genç kızların, Hıristiyan ve sosyalist arkadaşlarıyla aynı cemiyette bir araya gelerek, örgütlenip, Tahrir Meydanı’na çıkabildiği Mısır, İslamcı-laik ikileminin kalıntılarıyla hala tam olarak hesaplaşamamış Türkiye’ye kıyasla belli açılardan çok daha ileri bir konumda görülebilir. Bu yüzden, Türkiye’nin bölgesinde gerçekten model bir ülke haline gelmesi ileri bir demokrasi anlayışı ve özgürlüklerin tüm toplumsal kesimlere yayılmasıyla mümkün olacaktır. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile müzakerelere yoğun bir şekilde devam etmesi ve demokratik reformlara ara vermemesi, İslam dünyası nazarında Türkiye’nin imajını zayıflatan değil bilakis daha da güçlendiren bir olgudur. Aksi halde, Türkiye’nin İslam dünyası için modelliği tartışması, 1990’ların Orta Asya için model Türkiye tartışmasında olduğu gibi hazin bir akıbet ile sonuçlanabilir.

ertana@gmail.com

Dr. Ertan Aydın; Siyaset Bilimci

Kaynak: Star