Türkiye: Modernleşmenin doğası – I

 

Joseph Stalin, Sun Yat-sen Üniversitesi öğrencileriyle görüşmesinde şöyle demişti: 10-12 milyon nüfuslu Türkiye artık küçük bir devlet kümesine düştü. Emperyalizm için ne heybetli bir pazar ne de belirleyici bir meseledir. (Т. 9. P. 256-258)

Büyük Sovyet Ansiklopedisi "Türkiye" maddesinde şöyle kaydedilmiştir: Türkiye, özellikle de tarımda feodalist kalıntıların görüldüğü bir tarım-sanayi ülkesidir. Türkiye, uluslararası kapitalist işgücü farklılaşmasında, tarım-hammadde bölgesi rolünü oynamaktadır ve ekonomik bakımdan Batı Avrupa ve ABD'nin emperyalist tekellerine bağımlıdır...Kişi başı ulusal geliri 600 dolardır - kapitalist dünyadaki en düşük ulusal gelirdir.


Türkiye'nin hızla değişen imajıBir Rus Türkiye'yi popüler filmlerin, edebiyatın ve kural olarak, biraz da tatil seyahatleri sırasında edindiği kişisel izlenimlerin şekillendirdiği şablonlardan görür. Çiçek dürbünü/kaleydoskop, Tolstoy ve Leonid Gaidai ve bir de Rus turistlerin ebedileştirdiği Antalya'dan oluşuyor. Suvorov'un Türkleri mağlup etmesiyle ilgili anılarla, Almanya'ya göç ve Rus kadınlarını toptan ve perakende satın alan genelevlerle bu resim tamamlanıyor. Ve bu resim, yoksulluk develer, haremler ve yoksul semtlerden oluşan bir arka zemin üzerinde çizilmektedir.

Bu imaj uzun bir süre –kısmen de olsa – hakikate yakındı. Türkiye'nin en büyük şehri İstanbul 10 yıl evvel gecekondulardan ibaret bir şehirdi. Yıllık enflasyon yüzde 60 düzeyindeydi ve ülkenin güney kesimlerinde gerilla savaşı hüküm sürüyordu. Rusya'yla ilişkiler halen hasım bir ilişkiydi (Soğuk Savaş'tan dolayı). Türkiye, Çeçenya'daki savaşa adam sağlayan başlıca kaynaklardan biriydi; silah, cephane, para ve teçhizat Türkiye topraklardan geçiyordu. Sovyetlerin çökmesinden sonra, devlet liderleri birleşik bir Türk Avrasyası oluşturmaya karar verdiler. Ancak yeni yüzyıl dönemecinde, kuvvetten çok problem olduğu ortaya çıkmıştı. Yeni talepleri karşılamak için devlet politikası değişmeye başladı.

Bugün Türkiye, dünyanın en dinamik kalkınan ekonomilerinden biridir. Az gelişmiş tarım devleti, dünyanın en büyük ekonomileri arasında 15'nci sırayı aldı ve G-20 üyesi oldu. GSMH'sı 2002-2009 arasında yüzde 6-9 arasında büyüdü; sayılar beş yıl zarfında iki katına çıktı: Şu an 880 milyar dolar. En yakın rakibi, Güney Kore, Meksika ve Avustralya. Türkiye, uluslararası nüfuzunu genişletiyor, Ortadoğu ve Balkanların gayri resmi lideri rolünü almaya bakıyor ki Osmanlı İmparatorluğunun dirilişine ön ayak olabilecektir. Peki, fakir bir devlet, siyasi ve iktisâdi bir kudrete nasıl dönüştü?
Ulusal politikanın muayyen nitelikleri2002 seçimleri hem Türkiye'yi hem de uluslar arası câmiayı sarsmıştı. Enflasyon, yoksulluk ve işsizlik popüler siyasi partilerin yüzde 10 barajını geçmelerine izin vermemişti. Hükümet, yıllardır ilk kez tek bir partiden, yeni bir siyasi güçten oluşuyordu yani ordunun yasakladığı Fazilet Partisi üyelerince kurulan AK Parti'den.

Küresel haber ajansları olayı önce şöyle duyurmuştu: İslamcılar Türkiye'de iktidara geldiler! Batı, Usame bin Ladin'i, Rusya ise Emir Hattab'ı görmüşlerdi ama yeni siyasi liderler daha zeki çıktılar. AB üyeliği azmi ve AB standartlarını karşılamak için çıkarılan reform yasaları, siyasi programın ana yönelimlerinden biri haline geldi. Bu adım çok başarılıydı ve Ak Parti attığı bu adımlardan hissesine düşeni hala almaktadır. Yeni Türk lider, Recep Tayyip Erdoğan, partisine yönelik tehlikenin yurtdışından değil ülke içerisinden yani Anayasa Mahkemesi, MGK gibi kurumların başındaki geleneksel laik askeri ve sivil bürokratlardan geldiğini hemen keşfetti. Yürürlükteki 1982 Anayasasına göre bu kurumlar, devletin laik temellerini çiğneme teşebbüsüyle suçlanabilecek her hangi bir siyasi gücü feshetme hakkına sahipti. Avrupalılaşma doğrultusunda yapılan yasa değişikliği, bu hakkı ordunun elinden alacaktır. Demokratikleşme ve Avrupalılaşma sloganı yurtdışından güçlü destek gördü.

İktidarda tek partinin olması sayesinde, bir koalisyonda olabilecek muhalefet mücadelesinin dikkat dağıtıcı etkisine maruz kalmaksızın vahim ekonomik ve sosyal sorunlara eğilebildi. Artık iktidarda olan geleneksel çevrelerin reformları, sağ-sol şeklindeki geleneksel siyasi bilim ayrımından alınacak bir yardımla tanımlanamaz. Öte yandan, reformlar elbette ki liberal reformlardır. Son sekiz yıl zarfında kamu teşebbüsleri özelleştirmeye tabi tutuldu, ekonominin pek çok sahasında özel sermaye egemen hale geldi. Bankacılık sistemi, devletin mali sistemi düzenleme mekanizması, AB yönergelerine göre elden geçirildi, çok sayıda sınır ötesi engeller kaldırıldı. Bununla birlikte, K.K.T.C Cumhuriyetçi Sol Parti başkanı Ferdi Sabit Soyer'in bu metnin yazarına anlattığına göre (bu parti 1970-80'lerde Sovyet yönelimliydi) Recep Tayyip Erdoğan'ın uyguladığı sosyal program, Türkiye İşçi Partisi'nin 1970'deki sosyal programından ödünç alınmaydı. Aslında, bugün çeşitli sosyal ihtiyaçlar için büyük fonlar ayrılmış durumda: Okullar, hastahaneler, kamuya ait spor tesisleri, halk eğitimi/beceri geliştirme dersleri vb. Tüm bunlar, en büyük şehirde (AK Parti'nin bugünkü lideri 1994-98 arasında İstanbul Belediye Başkanıydı) test edilmiş adımlardı ve toplumun en fakir katmanlarından partiye destek devşirmişti. Recep Tayyip Erdoğan'ın biyografisi dahi bir sol liderinkine daha uygundur: İstanbul'un fakir bir semtinde doğmuştu; babası, ailenin maişetini kazanmak için Karadeniz'den kalkıp bu semte taşınmıştı.
Dini rönesans ve iş/letmeAncak yeni Türk sosyalizmi kızıl değil, yeşil.

Türk toplumu, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün reformlarından sonra laik seçkinler ile gelenekçi fakir arasında bölünmüştü. İslami olan herşey 1950'lere kadar yasaklanmıştı. Fakat gelenek tedricen geri döndü. İlk önce, İslam dünyasında her zaman olduğu gibi minarelerden Arapça ezan okunmasına izin verildi (izinden önce yalnızca Türkçe okunuyordu); sonra, okullarda temel İslami derslerin verilmesine ve imam-hatip okullarının açılmasına izin çıktı. Söylemeden geçmeyelim, şu anki başbakan, bu okullardan birinden mezun oldu. Devlet makamlarının yasaklandığı dindar müslümanlar kendilerini, laik hukukun yasakladığı Sufi tarikatlar etrafında holdingleşecek küçük işletmelerde buldular. 1980'lerdeki özelleştirmelerden ve hidro-karbon ihracından elde edilen gelirin ani yükselişiyle zenginleşen Körfez bölgesindeki Arap ülkeleriyle bağlantı tesisinden sonra İslami sermaye ekonomiye yerleşti; 1990'lara gelindiğinde, Koç, Sabancı ve OYAK gibi geleneksel laik holdinglerle yarışmaya başladı. "Yeşil sermaye" dinamik bir şekilde gelişti ve turizm, ihracat odaklı sanayi grupları, BDT pazarlarında iş geliştirme gibi yeni yönelimlere girdi (eski piyasa oyuncularının iyice keşfetmediği pazarlardı bunlar) ve artık laik piyasa oyuncularına eşit veya hatta onları gölgede bırakacak bir nüfuza kavuşmuşlardı.

İslami güçler siyasete etkide bulunmak için umutlarını demokrasinin gelişimine bağlamışlardı elbette. Laik çevrelerin sülbünden gelmeyen siyasetçiler ancak ve ancak 1980'lerin sonunda ortaya çıkmışlardı. Belirli bazı iş çevrelerinin desteğini kazandılar. Bununla beraber, zirveye söz geçiremiyorlardı. Öte yandan, köylerdeki geleneksel nüfus ve pozitif demografik dinamiklerden dolayı tam bu dönemde sayıları yıldan yıla artan şehirdeki fakirler, seçmen desteği sağlayabilirlerdi. İslami siyasi güçler 1980-90'larda kitlelerin ilgisinin hedefi haline geldiler tıpkı bu ilgi odağının geçmişte Komünist ve Sosyal Demokrat hareketler olması gibi. Geleneksel seçkinler baskıyla cevap veriyorlardı ama kendi lehlerine bir sonuç çıkmıyordu.

Avrupalılar ve Amerikalılar iktidarda sâbık ulusçuları görmeyi tercih ederlerdi muhtemelen ancak iktidardaki partinin aldığı halk desteği ve ekonomik büyümeye bakınca bir askeri darbeyi desteklemediler.

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı