Türkiye laiklik anlayışını 'güncelliyor'



 
Türkiye'nin türban tartışmalarında yaşadıkları, Avrupa çapındaki gelişmelere aykırı değil: Çoğu Avrupa ülkesinde, 'dinin dönüşü'yle birlikte laik devlet kriz yaşıyor. Aslında, laiklik dini kimlikle uzlaşabilir ve otoriter laikliği günün koşullarına uyarlamaya çalışan Türkiye bunu sergiliyor

Türkiye'de bugün herhangi bir vakitte üniversite öğrencisi bir
kadın, ülke tarihinde dramatik bir ana damgasını vuracak. Yıllarca süren ve son aylarda sokak gösterileriyle doruğuna çıkan hararetli tartışmaların ardından o öğrenci artık derslerine başörtüsünü çıkarıp peruk veya şapka takarak girmek zorunda kalmayacak, zira yasağın kaldırılmasını öngören anayasal değişiklik cumhurbaşkanından da onay aldı. Ancak yeni kazandığı bu hakkın kesin olmadığını da bilecek; yetkililer yasayı ihlal edip başörtüsü yasağını uygulama tehdidi savururken, son değişiklikler muhtemelen Anayasa Mahkemesi'nin önüne getirilecek.
Geçenlerde London School of Economics'te tanıştığım bir grup genç
kadın için nihayet umut ışığı var. Hepsi başörtülü; başlarını açmak yerine
Britanya'ya kaçmışlar. Takındıkları tavır öğrenimlerini sekteye uğratmış, hatta ebeveynleriyle aralarını açmış ve kariyer seçimleri açısından önlerinde hâlâ başörtülerinden kaynaklanan birçok engel var.

Modernleşme şartı değil
Dışarıdan bakan birinin Türkiye'de başörtüsü etrafında koparılan fırtınayı anlaması zor. Fakat Türkiye'nin şu an yaşadıkları, Avrupa çapındaki gelişmelere çok da aykırı değil; zira görece önemsiz meseleler bir anda infial yaratıp ülkeleri ateşli tartışmalara sürükleyebiliyor. Danimarka, gazetelerin yayımladığı Hz. Muhammed karikatürlerinin ardından varoşlarda patlak veren isyanların şokunu hâlâ üzerinden atabilmiş değil. Veya İsviçre'ye bakın: Son seçimlere damgasını vuran mesele, camilerin minareli olmasına yönelik yasak önerisiydi -şu an Almanya ve Hollanda'daki siyasetçilerin taklit ettiği siyasi bir taktikti bu. Ya da Britanya medyasının Canterbury Başpiskoposu'nun şeriat konusundaki densiz sözleri karşısında kapıldığı öfkeye bakın. Başörtüleri, karikatürler, minareler, dini mahkemeler: Bunlar nasıl oldu da siyasetin merkezine oturdu?
Bunların önemi, Avrupa'nın dinle uzlaşana dek geçen sancılı tarihinin yükünü taşıyan birer simge olmalarından kaynaklanıyor. Bu bakımdan Türkiye'nin deneyiminin Avrupalı olduğu inkâr edilemez; laik devlet modeli Fransa'dan ithal edildi. İslam'ın Avrupa'nın her yanında kazara ifşa ettiği şey, Avrupalıların çoğunun dinle hesaplaşıldığına dair kuşku götürür yargılarıydı -Avrupalılar cini gerisin geri lambaya soktuklarını sanıyordu. Avrupa çapında 'laikliğin krizde olduğundan' dem vuran kaygı verici bir asabiyet var.
Çökmeye mahkûm ilk yargı, laikliğin modernleşmenin olmazsa olmaz bir ayağı olduğu yargısıydı. Ülkeler sanayileşip modenleştikçe dinsel pratiklerin silinip gideceği öne sürülüyordu. Kiliseye gidenlerin sayısının dibe vurduğu Batı Avrupa'da bunun doğruluğu görüldü.
Fakat bu yargı, sanayileşmenin Avrupalılaşmış laik seçkinlerle eğitimli ve dindar yeni bir orta sınıfı karşı karşıya getirdiği Türkiye'de doğrulanmadı. Müslüman ve Afrikalı Hıristiyan azınlıkların da dinselliklerini ön plana çıkarması, Avrupa açısından da söz konusu iddiayı yanlışlıyor.
İkinci yargıysa, çoğu Avrupa ülkesinin, 'kiliseyle devletin ayrılması' diye tanımlanan bir laiklik düzeyine ulaştığıydı. Bu, büyük oranda 'uyuyan canavarı uyandırmamaya' dayanan bir hüsnü kuruntunun, kiliseyle devlet arasında asırlar süren pazarlıklarla oluşan bir imtiyaz değiş
tokuşunun sonucuydu. Sözgelimi Britanya laik bir devlete sahip değil; birçok başka Avrupa ülkesi gibi Britanya'da da belli bir Hıristiyan kesim ayrıcalıklı. Avrupa'nın en katı laik iki ülkesi Fransa ve Türkiye bile dinle devleti tümüyle ayırabilmiş değil; Fransız devleti binlerce kilisenin bakımından sorumlu, Türkiye'deyse imam ve camileri yöneten bir diyanet işleri bakanlığı mevcut.
Tartışmayı Avrupa çapında bu kadar karmaşık kılan şey şu: Her ülkenin laiklik modelinin özellikleri kendine has. Türkiye veya Fransa'daki başörtüsü yasağı, Britanyalılara hayret verici bir özgürlük ihlali gibi görünüyor; ama Britanyalı yetkililer, bu iki ülkenin İslami eğitim ve
camileri düzenlemek için aldığı önlemlere hem gıptayla bakıyor (bu şekilde İslami aşırılıkçılıkla daha iyi başa çıkılabilir), hem de dinsel doktrinle ilgili meselelere müdahil olmaya karşı bir alerji duyuyor.
Bu arada Britanya'nın İngiliz Kilisesi'ne bağlı okullara sağladığı fonlar, Katolik, Yahudi ve şimdi Müslümanların eşit muamele ısrarının yolunu açtı -birçok Avrupalının tüylerini diken diken eden bir sonuç bu. Britanya'daki sav, devletin bir dereceye kadar adaletli davranmak zorunda olduğu yönündeydi -bu şimdi şeriat mahkemelerinin kurulmasını meşrulaştırmak için kullanılıyor ve haliyle birçoklarını da küplere bindiriyor.
Bu muammayı çözmenin tek yolu, laik bir devlet kurmaya başlamak: İngiliz Kilisesi'yle devlet arasındaki bağı koparıp dini okullara ayrılan fonları kesmek. Bu seçenekle ilgili söylenecek çok şey var ama yarım asırlık bir tarihi ve ulusal kimlikle kaliteli eğitimin son derece hassas siyasi tartışma alanları olduğu bir dönemde kurulan bazı iyi okulları çöpe atacağından dolayı, hiçbir tarafın buna kalkışacağını sanmıyorum.
Dinin defolup gitmesine dair giderek hiddetlenen homurtular duyuluyor. Peki din niye kamusal alandan uzak tutulamıyor? Sorun şu: İnançla devleti ayırmak o kadar kolay değil. İnsan çıkarlarını başka insanlarla kurduğu dayanışmayla savunur; dini örgütlerse diğer sivil yapılar gibi, siyasi sürece etkide bulunma gücü ve yetkisine sahip. Bu arada devlet, dini
pratikler kendi hedeflerine aykırıysa dindar insanı tek başına bırakamaz.
Hükümet Müslüman aşırılıkçılıkla mücadele için kalpleri ve zihinleri kazanmayı amaçlayan bir strateji yürütüyor ve bu tarafsız laik devlet kavramından çok daha meşakkatli bir süreci ifade ediyor.
Irkçı sağ laikliği esir almasın
Britanya'daki laikliğin en büyük gücü, kamusal hayatın karakterini belirlemesinde yatıyor. 20. asrın ikinci yarısında inancın boş vakitlerin değerlendirildiği ve meraklıların kendi aralarında gerçekleştirdiği diğer hobilerden farkı olmadığı gibi bir kanı güç kazandı. Hepsinden öte, inananların sesini çıkarmaması beklendi. Sadece Müslümanlar değil, bir dizi farklı dini topluluk da artık bu özel alan tarifiyle yetinmek istemiyor.
Fakat bütün bunlar, felaket tellallarının abarttığı düzeyde bir krize de işaret etmiyor. Laiklik, dindarlar kadar dindar olmayanların da dinsel kimliklerini dayatmamasını öngören değerli bir ilke. Mucizelere hâlâ inanılıyor, ki koyu dindar ABD ve Hindistan'daki laik devletler mucize yaratıyor. Laiklik dinsel kimlikle uzlaşabilir, ki Türkiye de Atatürk'ün otoriter laikliğini günün koşullarına uyarlayarak bunun örneğini sergiliyor. Batı Avrupa'nın dört köşesinde cevabını zamanın vereceği soruysa şu: Laiklik, ırkçı aşırı sağ tarafından rehin alınıp bir seferberlik çağrısına mı dönüşecek, yoksa Avrupa geleneklerini yeni kimliklere uyarlayıp bağdaştırmak konusunda kendi yolunu bulabilecek mi?
 
Kaynak: Radikal