Türk hükümeti Cuma günü İsrail’e Soğuk Savaş ilan etti. İsrail büyükelçisini kovdu, İsrail’le diplomatik ilişkileri ikinci Kâtip düzeyine indirdi ve askeri ilişkileri iptal etti. Bu krizin Doğu Akdeniz’in istikrarı ve Obama yönetimi adına sonuçları can yakıcıdır. Erdoğan hükümeti iki yıldır ima ettiği bir şeyi artık açıkça söylüyor: Washington iki müttefikten birini seçmeli: Ankara ya da Jerusalem.
Arap Baharı bilhassa da Suriye’deki olaylar ve Amerika’nın Irak’tan çekilecek olması Türkiye’ye emsalsiz bir önem atfetti. Doğrusu, Türklerin İsrail politikasını ilan ettikleri gün Washington’ın hakkında çoktandır feryad ettiği füze savunma sistemi radarlarının kurulması için yeşil ışık yakmaları da tesadüf değildir.
İsrail ve Türkiye arasındaki bu diplomatik kriz bir yıldan daha fazla bir süredir içten içe kaynamaktaydı. İsrail güçlerinin, Türklerin liderliğindeki bir filonun Gazze ablukasını yarma çabasını önleme teşebbüsünden beri iki ülke karşılıklı olarak birbirlerini suçluyorlar. Mevcut kördüğüm, bir bozulma sürecinin doruk noktasıdır ve ilişkileri bir zamanlar çığır açıcı ve stratejik diyerek göklere çıkarılan iki ülkeyi birbirine hasım yapmaktadır.
İsrail’in 2008 yılı sonlarında Gazze’ye hücum etmesinden sonra AK Parti hükümeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın suratı asıldı. Erdoğan, Gazze’ye yönelik eli kulağındaki saldırıdan sadece dört gün önce Ankara’yı ziyaret eden o zamanın İsrail başbakanı Ehud Olmert’in kendisini bilgilendirmemesine bozuldu. Türk himayesinde kayda değer ilerleme sağlayan İsrail-Suriye müzakereleri Gazze saldırısının bir sonucu olarak sona erdi ve önemli bir yarma harekâtı olduğunu düşündüğü şeyden Erdoğan’ı mahrum bıraktı.
Erdoğan, Gazze hâdisesinden sonra İsviçre’de düzenlenen yıllık Davos toplantılarında İsrail devlet başkanı Şimon Peres’i - paradokstur, Türkiye’nin en büyük destekçisiydi - alenen fırçaladı. Davos’tan sonra Türkiye’de kahraman olarak karşılanan Erdoğan, İsrail’e karşı söyleminin sertliğini çarpıcı biçimde artırdı. Türkiye Başbakanı dillere destan Arap sokaklarının en popüler lideri oldu.
Sonra da Mavi Marmara hâdisesi yaşandı: İsrailliler operasyonu yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Filoyu örgütleyen Türk grubu hakkındaki kamuya açık bilgileri önemsemediler ve daha önemlidir, ciddi bir eğitim yahut doğru istihbarat olmaksızın güç göndermeye tavassut ettiler. Sonuç olarak da gemiye çıkan İsrailliler direnişle karşılandı ve panik halde ateş açtılar. Verilen hükümdeki ikinci berbat hatanın ipucu: İsrail hükümeti, hazırlıksız askerleri âdeta tuzak denilecek bir şeye göndermesinin hata olduğu gerçeğiyle yüzleşmek yerine [kavga için] adam topladı. Fiyaskonun çapına ve muhtemel neticelerine bakınca, sorumluların cezalandırılmış olması gerekirdi. Böyle bir şey olmadı tabii ki ve hiç kimse işini kaybetmedi.
Türkiye özür ve tazminatta ısrar edince İsrail’in kamuoyu kanaatini kazanma yarışını kaybettiği hatta Gazze ambargosunu gevşetmeye mecbur kalabileceği ortaya çıktı. Hiçbir hata yapmadığı bulgusuna ulaşan Netanyahu hükümeti reddetti. Her iki ülke iç siyaseti bir uzlaşmanın ortaya çıkmasını önleyecek gibi duruyorsa şayet [bilinmeli ki] gerçekte sorunu çözmek için yüzyüze tartışmalar dâhil gözlerden ırak yoğun diplomatik çabalar vardı. BM, her iki ülke aralarındaki farklılıkları vaziyeti kurtararak yamayıp kapatsın diye Palmer Komisyonunu kurdu. New York Times’a sızdırılan komisyon raporu İsraillilerin aşırı güç kullandığını fakat Gazze ambargosunun yasal olduğunu tespit etti.
İsrail tarafında ise sertlik yanlısı dışişleri bakanı Avigdor Lieberman müzakere edilmiş bir sonucun ortaya çıkmasını her virajda engelleyeme çalıştı. Türkler de eğilmez bir duruş sergileyerek İsraillilerin özür dilemesini kolaylaştırmamış oldular. Anladığım kadarıyla, 2010 Aralık ayında her iki taraf da bir mutabakata varmak üzereydiler. İsrail özür dileyecek ve tazminat ödeyecekti. Ancak Jerusalem İsrail’in meşru müdaafa üzere hareket ettiğinin anlaşmaya derc edilmesini istedi. Türkler ikinci şarta rıza göstermediler ve pazarlık çöktü. Bu virajın alınmasını önlemek için gözü dönmüş halde çalışan pek çok kişi oldu her iki taraftan da; kendilerini berbat şekilde mutsuz ve morarmış hissetmeliler.
Türkiye, asıl krizin başlamasından sonra aradan geçen bir yıl zarfında taktiklerini bahse değer ölçüde değiştirmiş gibi görünüyor. Ankara sırf İsrail’le ilgili olarak değil Ortadoğu’nun geri kalanı için de şoför koltuğunda olduğunu düşünüyor. Bölge liderliği adına yapılmış bir hamledir bu. Türkler Gazze ambargosu öncesine dönülmesini - İsrail’in kabullen/e/meyeceği bir şeydi - şart olarak ileri sürmek sûretiyle özür talebinin ötesine geçtiler. Bu şart, dile getirmeleri şöyle dursun, daha önce hiçbir bölge hükümetinin asla tasavvur etmediği bir şeydir. Erdoğan böyle yapmakla bir kez daha bölgenin muhayyilesini harekete geçirdi.
Erdoğan için sırf ülke dışında değil ülke içinde de kazan-kazan durumudur bu. İsrail’le olan kriz - Türk anayasa sisteminde yapılması lazım gelen bakım işlerine başlarken– Erdoğan’ın anlatıyı değiştirmesine yardım etti (anayasanın Kürt taleplerine denkleştirilmesi gerekiyor ama doksan yıllık cumhuriyet tarihine aykırı olduğu için son derece güç bir şey de olacak). İsrail krizi, sıcak söylemin de gösterdiği üzere, birdenbire kolayca faaliyete geçirilebilecek mükemmel bir tezat karakterdir.
Tarihi, hissi ve realpolitik mülahazalar bakımından İsrail, Washington’da siyasi hattın her iki yakasından da büyük destek gören en yakın müttefiklerden biri olmuştur. Krizin derinleşmesi, Beyaz Saray’ı Kongre’yle karşı karşıya bile getirebilir. Türklerin ümit ettikleri sonuçlardan biri de bu olabilir. Netanyahu hükümetinin liderlik yoksunluğu ve bencilliği hakkında cevap vermesi gereken çok şey var. Fakat Washington Türk niyetlerini ve amaçlarını doğru bir şekilde okumadı ve dolayısıyla da olayların bu şekilde gelişmesini engelleyemedi. Nereden bakılırsa bakılsın Amerikan diplomasinin bir başarısızlığıdır bu öyle ki en yakın iki müttefiki arasında sürekli tampon olarak hareket etmek zorunda kalacaktır.
Kaynak: National Interest
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın