Türkiye-İsrail ilişkileri ve sessiz devrim

Türk Kara, hava ve deniz kuvvetleri komutanlarının erken emeklilikleri hakkında yaptıkları beyanatlar önemli bir iç oyuncu olarak ordunun etkisizleştirildiği nihâi safhayı temsil etmektedir. 

Bu süreç, AK Parti’nin 2002’de iktidara gelişinden bu yana Türkiye’de seyrinde ilerleyen sessiz devrimin merkezinde yer almaktadır – ki ordunun statüsünü aşındırmış ve Atatürk mirâsını bu ve çeşitli cihetlerden parçalamıştır. Ordunun ülke içi siyasi gücünü etkisizleştirme süreci, dış ilişkiler ve güvenlik bakımından da önemlidir hassaten de Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri bakımından.

Türk silahlı kuvvetlerindeki çarpıcı değişimler, Türkiye-İsrail askeri işbirliğini canlandırma ümitlerini de öldürmüştür. Onlarca subay hakkında hazırlanan iddianameler hükümetin İsrail politikasına ordunun meydan okuma teşebbüsüne girmeyeceği anlamına gelir. Dahası, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve partisinin, ordunun [iç siyasetteki faal] statüsünü aşındırma başarısının ardından hükümet bu kazanımı muhafaza etmek için ahenkli çabalar sarfedecektir.

Bu şartlar altında, İsrail’in Mavi Marmara’da kontrolü ele alması dolayısıyla özür dilemesinin bir âlemi olup olmadığı sorusu akla gelmektedir. Türkiye, ilişkileri yeniden tesis etmenin bir ön şartı olarak özürden, yanısıra tazminattan ve Gazze ablukasının sona erdirilmesinden vazgeçmeyeceğini defalarca yineledi. Geçen yıl yaşanan filo olayını soruşturmak üzere BM Genel Sekreteri’nin atadığı Palmer Komisyonu’ndaki Türk temsilcisi olayı bir fincan kahvenin kazayla dökülmesine benzeterek - özür dilenip kuru temizleme ücreti ödenecektir -  anlaşmazlığın çapını küçültmeye çalıştı. Bu benzetme birçok nedenden dolayı yerinde değildir fakat şu an İsrail’in dileyebileceği özrün çapı budur; mesela operasyonel başarısızlıklara odaklanan sınırlı bir özür.

Ancak böylesi bir özür, iki ülke ilişkilerinin güvenlik boyutunda bahse değer değişikliklere yol açmayacaksa da İsrail’in buna istekliliğini açıklayacak bazı etkenler var. Bu etkenler yakın gelecekte her iki ülke bağlarını muhakkak etkileyecektir.

İlki, Amerikan baskısıdır.

Türkiye ve İsrail ilişkileri sırf ikili ilişki olmakla kalmayıp yıllardır ABD’nin de üçüncü taraf olduğu bir üçgenin parçasıdır. Arap Baharı, ABD’nin bölgesel müttefiki olarak Türkiye’nin önemini odak noktasına yerleştirirken Amerika’nın Ortadoğu’daki diğer müttefiklerinin önemi kayda değer ölçüde zayıfladı veya onları daha az bel bağlanabilecek şekilde değiştirdi.

Bu bağlamda, Türkiye-İsrail ilişkilerinin kötüleşmesi, ki ABD bunu Arap Baharı’ndan önce bile olumsuz görüyordu, hassaten sorunludur. Amerikalılar ilişkileri yeniden tesis etsinler diye her iki ülkeye bahse değer ölçüde baskı uyguluyorlar.

ABD nokta-i nazarından, Ortadoğu’daki diğer zorlu sorunların karşısında Türkiye-İsrail bağlarının zorlanması, daha fazla olumsuz sonuç üretmeden önce erkenden onarılması gereken bir talihsizliktir.

Bir diğer etken, Ortadoğu’daki değişiklikler ışığında Türkiye-İsrail ilişkilerine duyulan ihtiyaç ve Arap Baharı’nın bilhassa da Suriye’nin yarattığı istikrarsızlıktır. 1990’lar öncesindeki askeri işbirliği gaye olmamalıdır; amaç, örneğin, Suriye’deki durumun daha istikrarsız bir hal alması durumunda ihtiyaç duyulacak en temel düzeyde bir işbirliğidir.

Savunma Bakanı Ehud Barak’ın geçenlerde söylediği üzere İsrail bölgedeki kilit ülkelerle – Mısır, İran, S. Arabistan veya Türkiye – bir ilişkisinin olmamasına müsaade edemez. Mısır’daki değişim ve geleceği hakkındaki belirsizlikler, İran’la açık karşılaşma ve S. Arabistan’la fiilen hiçbir temasın olmadığı gerçeği, Türkiye ile ilişkilerin belirli bir iyileşme kaydetmesini zorunlu kılmaktadır.

Göz önüne alınan bir başka husus, Mavi Marmara’nın denetimini ele geçirmeye iştirak eden askerleri yargılanmaktan koruma teşebbüsüdür. Palmer Raporu’nun, yayınladığında, İsrail askerlerine karşı dava açılmasına zemin teşkil edeceği endişesi ve bu tür davalar açmaması için Türkiye’den taahhüt alma teşebbüsü, İsrail’in sınırlı bir özür dilemeye gönüllü oluşunun bir diğer unsurudur.

Başlıca güdüsü bu mudur değil midir yoksa bu İsrail kamuoyunun özrü yutkunması için bir araç  mıdır sorusu halen cevaplanmamış bir sorudur. Her hâlükarda, İsrail yargı sistemi özür dilenmesi sonrasında işin hukuki devamının olmayacağına ikna edilir görünüşe kalırsa.

Bir diğer etken, ticari ilişkilerdir. Türkiye ve İsrail arasındaki ekonomik bağlar, her ikisinin birbirini tamamlayıcı ekonomiler olduğuna bakacak olursak, siyasi gerilime rağmen serpilmektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi, Türk ekonomisini geliştirmek için dış politikaya başvurulması üzerinde de çokça duruyor.

Her şeye rağmen iki ülke arasında gerilim tırmanırsa, her iki tarafta daha çok sayıda işadamı ikili işbirliğinden korku duymak zorunda kalacaktır.

Aynı zamanda, Erdoğan Gazze Şeridi’ni ziyaret etse de etmese de, İsrail’in Filistinlilerle özellikle de Gazze’dekilerle arasının kötüleşmesi, bir özür dolayısıyla alınacak olumlu sonuçların bir kısmını silip yok edecektir. Dahası, Türkiye’de kuvvet komutanlarının istifası ve diğer subayların genel endişeleri, Türkiye-İsrail diyaloğunu Dışişleri Bakanlığının memurlarıyla sınırlandıracaktır.

SONUÇ olarak, kuvvet komutanlarının istifası, birkaç yıl alan bir sürecin sona erdiğine delâlet etmektedir – yani Türk ordusunun siyasi oyuncu olarak zayıflamasına.

İsrail nokta-i nazarından elverişsiz/zahmet verici bir durumdur bu zira Türk ordusu geçmişte İsrail’le yakın işbirliği için bastıran bir kuvvetti. İsrailli politikacılar, bunun muhtemelen geri döndürülemez bir durum olduğunu ve ordunun [siyasi gücünün] aşınmasına Türk halkının destek verdiğini kabul etmelidir.

İsrail’in filodaki olaylar yüzünden özür dilemesi gerektiği hakkında tam bir mutabakat da var Türkiye’de. İsrail’in sınırlı bir özür beyan etmesinin Türk halkını tatmin edip etmeyeceği de belli değildir. Sınırlı bir özür, ilişkileri 1990’lardaki altın çağına geri götürmeyecektir fakat İsrail’in böylesi bir özür dilemeye gönüllü olduğunu ifade etmesi için – stratejik değişiklikler ve bölgede yeni bir güç dengesinin ortaya çıkması ihtimali gibi - zecri sebepler var.

Yazarlar hakkında: Oded Eran, Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü müdürü; Gallia Lindenstrauss aynı enstitüde araştırmacı.


Kaynak: Jerusalem Post

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın