Türkiye ikiyüzlülüğünü bırakın

 

Türkiye’nin Batı dünyası için ne kadar önemli olduğunu, hem ABD Başkanı Barack Obama’nın hem de Britanya Başbakanı David Cameron’ın göreve gelmelerinden sadece birkaç ay sonra Ankara’daki Türkiye meclisinde konuşma yapmalarından anlayabilirsiniz.

Batı Türkiye’ye önem veriyor, çünkü bu ülke hem Doğu’yla Batı arasında bir eklem noktası, hem de aynı zamanda laik bir demokrasi de olan Müslüman çoğunluklu bir devletin nadir bulunan bir örneği. Türkiye hem Rusya’nın hem de İran’ın komşusu ve aynı zamanda bir NATO üyesi. Hızla büyüyen, dinamik bir ekonomiye sahip. Ve bununla birlikte, Türkiye son günlerde Batı için giderek artan bir endişe kaynağı haline geldi.

Türkiye İran’a yeni BM yaptırımları uygulanmasına karşı oy verdi ve İsrail’le tehlikeli biçimde düşmanca bir ilişki içinde. Fakat Türkiye’nin Batı’yla belirsiz ilişkilerini simgeleyen asıl husus, AB üyeliği yönündeki sendeleyen çabalarıdır.

Irkçılıkla ilgisi yok
İngilizce’de ‘talking turkey’ ifadesi, dürüst olup meselenin özünü ele almak anlamına gelir. Fakat AB’de, ‘Talking Turkey’ [birebir çeviriyle ‘Türkiye’yi konuşmak’], çelişkili ve kaçamak laflar etmekle eşanlamlı hale gelmiş durumda.

AB ve Türkiye 2005’ten bu yana, sözümona bu ülkenin birliğe alınmasını amaçlayan bir anlaşmayı müzakere ediyor; bu ihtimal Türklerin önüne ilk olarak 1963’te gelmişti. Fakat Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Türkiye’nin üyeliğine karşı olduklarını açıkça ortaya koydu. Türkiye hükümeti ‘Avrupa’ya hâlâ katılmak’ istediğini söylüyor, fakat dış politikası anlaşılır bir sabırsızlığı da açığa vuruyor.

Dolayısıyla belki de gerçekten ‘Türkiye’yi konuşmanın’ ve dürüst davranmanın vakti geldi. Türkiye’nin AB’ye katılması harika bir şey olurdu. Fakat bu gerçekleşecekse, yeni bir temel üzerinde anlaşılması gerekiyor. Bu üyelik, Türkiye’yle AB’nin geri kalanı arasında tümüyle serbest dolaşımı içeremez.

Şu anda AB’nin 27 üyesinin hepsinin vatandaşları birlik içinde vizesiz seyahatin tadını çıkarıyor ve çalışmak için diğer ülkelerden birine taşınabilirler. Bulgaristan ve Romanya gibi yeni üyeler için geçiş dönemi anlaşmaları var; buna göre bu ülkelerin vatandaşları üyeliğin üzerinden yedi yıl geçmeden önce tümüyle serbest dolaşım hakkına sahip olmayacak. Fakat kurallar açık. Eninde sonunda, AB’nin bütün vatandaşlarının eşit haklardan yararlanması gerekiyor.

Türkiye AB’ye bir gün gerçekten katılırsa bu kuralların değişmesi gerekecek. Türkler için kurallar yaratmak haksız, hatta ırkçı bile bulunup kınanacaktır. Fakat AB’nin geri kalanına yönelik kitlesel göç ihtimalini artırdığı sürece, Türkiye’nin üyeliğini Batı Avrupalı seçmenlere pazarlamak imkânsız olacaktır.

Bu çıplak gerçek, AB’nin orta Avrupa’ya genişlemesinin batıya doğru büyük ölçekli göçleri tetiklemesinden bu yana gayet açık. Britanya hükümeti yüz kızartıcı bir biçimde, Polonya’nın birliğe katılmasının ardından 13 bin Polonyalı’nın çalışmak için Britanya’ya taşınacağına işaret etmişti. Bu sayı gerçekte yarım milyonun bir hayli üzerinde. Fransız hükümeti, Romanya’nın AB’ye katılımının ardından ülkeye göç eden Romanları tartışmalı bir biçimde sınırdışı ediyor. Hollanda’daki son seçimlerde radikal ve göç karşıtı sağın oylarındaki ciddi artış, özellikle de Türkiye gibi Müslüman ülkelerden gelen kitlesel göçten, bazı batı Avrupa ülkelerinde iç politikayı dönüştürecek kadar hoşlanılmadığını ortaya koydu.

Bütün bu kanıtlara bakıldığında, Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin ilerletilmesi için göç meselesini ele almadan bastırması açık bir sorumsuzluk olacaktır. Göç meselesini de uzun vadede ele almayacaklar. Kısa vadedeyse, çelişkili sözlere ve ikiyüzlülüğe sığınıyorlar.

Cameron kısa süre önceki Ankara ziyaretinde, Türkiye’ye bu kadar kötü davranıldığı için ‘öfkeli’ olduğunu söyleyerek, kendisini dikkatli bir biçimde bu üyeliğin savunucusu olarak konumlandırdı. Ertesi günse, Britanya’ya gelen göçmenlerin sayısını keskin bir biçimde düşürme kararlılığını tekrarladı. Cameron mantıken bu ikisini birarada gerçekleştiremez.

Batı Avrupalı liderler hiç kuşkuşuz, bu çelişkiler ve ikiyüzlülükle uğraşmak için doğru zaman olmadığını söyleyecektir. En iyi senaryoya göre bile, Türkiye’nin üyeliğine daha uzun yıllar var. Zorlu meseleler daha sonra ele alınabilir.

Fakat bu argüman fazlasıyla kayıtsız. Gerçek şu ki, Türkiye Batı’yla ilişkileri hızla bozulan önemli bir ülke.

Türkiye-AB diyaloğunu nihayet göç meselesiyle yüzleşerek canlandırmaya çalışmak bir kumar olacaktır. Türkler burunlarından soluyarak masadan kalkabilir. Fakat Türkiye’nin, tümüyle serbest dolaşım hakkı olmadan bile AB’ye katılmaktan kazanacağı çok fazla şey var.

Sayısız avantajı var
Birliğin nüfusu ikinci en kalabalık (ve belki de kısa süre içinde en kalabalık) ülkesi olarak, Türkiye Avrupa hukukun belirlenmesinde muazzam bir ağırlık sahibi olacaktır ve Avrupa Parlamentosu’nda büyük bir heyet bulunduracaktır. Ayrıca AB’nin daha yoksul olan yeni üyelere cömertçe verdiği mali ve yapısal yardımı da alacaktır. Avrupa ortak pazarına serbest erişime, AB’nin dış politikasının belirlenmesinde büyük bir ağırlığa ve AB üyeliğiyle birlikte gelen yasal ve diplomatik korumalara sahip olacaktır. Yeni anlaşma doğrultusunda, Türk vatandaşlarının AB’nin her yerinde çalışmak konusunda otomatik bir hakkı bulunmayacak; ancak bu kişiler seyahatin gözle görülür ölçüde kolaylaşmasını bekleyebilir.

Tümüyle serbest dolaşımı içermeyen bir AB üyeliği, Türkiye’nin tercihen ret veya kabul edebileceği bir anlaşma. Fakat bu en azından iyi niyetle yapılmış bir teklif olur. (23 Ağustos 2010)

 


Kaynak: Radikal