Türkiye güzel ama yalnız değil

 Türkiye'nin yaşadığı iç çatışmanın sebebi laikliğin değil, onu kuşatan ve 1920'lerden beri hiç yenilenmeyen Kemalizm'in krizi. Avrupa'daki birçok insan, ABD ve Müslüman dünya Türkiye'nin başarmasını istiyor; Türklerinse ne kadar çok dostları olduğunu hiç anlamıyor gibi bir hali var

Türk yönetmen Nuri Bilge Ceylan geçen ay Cannes Film Festivali'nde 'Üç Maymun' filmiyle aldığı en iyi yönetmen ödülünü, "Yalnız ve güzel ülkeme" sözleriyle ithaf etti. Türkiye kesinlikle güzel bir ülke. Gece Anadolu'yu örten gökyüzünü, karanlıkta hayalet misali görünen doğunun dağlarını görmüş, viraneleri arasında gezinmiş, kumsallarında tembellik etmiş veya İstanbul'da Ayasofya'nın (geçenlerde tarihçi Eamon Duffy'nin New York Review of Books'ta tanımladığı gibi, 'Dünyanın en muazzam dini yapısı'nın) içini seyretmiş biri bunun aksi bir yargıya varamaz.
Peki ya yalnızlığı? Bu sözleri söylerken Ceylan'ın aklında kültürel bir tecrit varsa yanılıyor olabilir. Türkiye kabuğundan çıkıyor ve Ceylan da bu yeni yaratıcı dalganın bir örneğini teşkil ediyor.

Uzak ve farklı ama...
Yine de genel manada haklı. Türkiye her ne kadar AB'ye girmek için inkâr edilemez bir biçimde dünyaya açılsa da ve konumu itibariyle jeostratejik oyunda önemli bir aktör olsa da, dünyayı şekillendiren fikir ve eğilimler karşısında şaşırtıcı bir uzaklık ve farklılık sergiliyor.
Türkiye 1920'lerde devrimci bir cumhuriyet olarak, kökenlerinden kaynaklı özgül koşulların müstesna bir eseri mahiyetinde ortaya çıktı ve Mustafa Kemal Atatürk'ün ardından, Kemalizm ideolojisiyle şekillendi.
Atatürk'ün ilerleme için belirlediği 'altı ok' (milliyetçilik, cumhuriyetçilik, devletçilik, laiklik, -modernleşme arayışı anlamında- devrimcilik ve halkçılık) ülkenin ilk ulusal ve uluslararası görüşüne şeklini verdi.
Atatürk biyografisi yazarı Patrick Kinross'un gözlemlediği üzere: "Her biri birbiriyle iç içe. Devletçiliğin sömürüye karşı sigortası halkçılık, halkçılık bu garantiyi laiklikle sağlıyor, her biri dış saldırılara karşı milliyetçilikle korunuyor ve devrimci dinamikle canlı tutuluyor."
Bu silsile, yankı getiren bir deyişle özetleniyor: "Ne mutlu Türk'üm diyene." Bu söz Türkler arasında bir tür kendi kendine yetme, hatta sertlik hissiyatını özetleyen bir milli slogan.
Bununla birlikte yaklaşık bir yüzyıl sonra, devrim savaşları bazen hâlâ bitmemiş görünüyor. En sert ve hayati sonuçlar doğurabilecek nitelikteki çatışmaysa, Kemalist ulus ve dünya görüşünün yarattığı otoriter bir devletle, çeşitlilik gösteren, dinamik, kentli ve rekabetçi bir toplum arasında yaşanıyor.
En yakıcı çatışmalar, laikliğin doğası ve anlamına dair. Türkiye çoğunluğu Sünni olan Müslüman bir ülke. Devletin ve dinin katı bir biçimde birbirinden ayrılmasını benimseyen ilk Müslüman ülke ve Türk usulü laiklik (bazen laisizm olarak ifade ediliyor), devletin dini pratiği sıkı kontrol altında tutmasını öngörüyor. Hatta devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı imamların vaazlarını bile hazırlıyor.
Türkiye aynı zamanda birçok yönden Avrupa tarzı bir demokrasi. Kadınlar ve erkekler eşit statüde. Türk kadınları Fransız kardeşlerinden önce oy kullanma hakkı edindi. Özgür ve adil seçimler yapılıyor. Temmuz 2007'deki seçim, organizasyon, şeffaflık ve sonuçların zamanında bildirimi açısından kusursuzdu. ODTÜ Rektörü Ural Akbulut'un geçenlerde verdiği bir röportajda dediği gibi: "Türkiye adam gibi bir devlete sahip yegâne Müslüman ülke."
Ancak Türkiye daha demokratik, toplum da daha çeşitli hale geldikçe, ülkedeki laik anayasal düzenlemenin doğası da giderek sorgulanır hale geliyor. Kemalistler ve toplumun cumhuriyetçi seçkinler olarak nitelenebilecek kesimi (kentli meslek sahipleri, devlet memurları, işadamları, medya) için laiklik toplumu, başıboş bırakıldığı takdirde isyankâr ve belki baskıcı olacak bir İslam'dan korumak anlamına geliyor.

'Başkent laikliği' kibirli
Bu laiklik kavramı başkente özgü bir kibir. Anadolu'nun, ülkenin 72 milyonluk nüfusunun büyük kısmının yaşadığı köyleri, kasabaları ve büyüyen kentlerindeyse laikliğin farklı bir
manası var gibi görünüyor: Dini ibaret özgürlüğü. Namazında niyazında bir Müslüman olmanın, eğitim görmenin veya işe girmenin önünde bir engel sayılmaması gerektiği anlamına geliyor. Hepsinin ötesinde de, genç kızların yetişkin olduklarında, bilhassa üniversitelerde başörtüsü giyip giymemeye kendileri adına karar verebilmesi gerektiği anlamına geliyor.
Desteğinin büyük bölümünü bu seçmen tabanından alan AKP hükümeti bu yıl kampüslerde başörtüsü giyilmesine izin verince Kemalistlerin hışmını üzerine çekti. Yargıtay başsavcısı partinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne dava açtı. İddianamade AKP şeriat kanunlarını uygulamaya çalışmakla suçlanıyor. Başsavcı ayrıca partinin 71 eski ve mevcut liderinin (buna Başbakan Tayyip Erdoğan da dahil) siyasetten men edilmesini de istiyor.
5 Haziran'daysa Anayasa Mahkemesi türban düzenlemesinin iptali için yapılan başvuruyu haklı buldu.
AKP Türkiye'yi İslamileştirme yönünde gizli veya açık bir siyasi programı olduğu iddiasını reddediyor. Partiyi savunanlar başsavcının, demokratik yollardan seçilmiş ve geçen temmuzda oyların yüzde 47'sini almış bir hükümeti devirecek bir 'hukuk darbesi' peşinde olduğunu söylüyor. Militan laikliğin başka yollardan (cumhuriyetçi muhalefetin
seçim sandığındaki başarısızlığı ve ordunun geçen yılki beceriksiz müdahalesine rağmen Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığını engelleyememesi) AKP'nin önünü kesemeyince, bunu mahkemeleri kullanarak yapmaya çalıştığını savunuyorlar.
Meselenin özünde, Türk laikliğinin değil, onu kuşatan Kemalist ideolojinin krizi yatıyor. Geçen ay Türkiye'nin önde gelen siyaset bilimcilerinden Şerif Mardin ulusal bir tartışmanın fitilini ateşledi: Mardin'in gözlemine göre, Kemalizm'in İslam'ın yerini alması için yarattığı laik din Türk toplumundaki ahlaki boşluğu doldurmayı başaramayınca, söz konusu boşluğu giderek İslam doldurmaya başladı. Mardin, Kemalizm'in bilhassa eğitim sistemi yoluyla günlük hayat içindeki 'iyi, doğru ve güzel' olanı besleyemediğini savunuyordu. Bu başarısızlıksa, öğretmenlerin yerine getireceği düşünülen görevi imamların üstlendiği bir alan yarattı.

Kemalizm derhal yenilenmeli
Mardin Türkiye taşrasında 'mahalle baskısı' diye nitelediği bir eğilim tespit ediyor; buna göre toplumsal davranışlara dayatılan dini kısıtlamalar söz konusu.
Alkol yasakları, kızlarla erkeklerin birbirinden ayrılması ve (bilhassa Hürriyet gazetesinin yansıttığı bir fenomen mahiyetinde) uzun otobüs yolculuklarında 'namaz molaları' verme örneklerinin çoğalması bu eğilimin kanıtları olarak sunuluyor. Laik Türkler olan bitenleri korkuyla izliyor ve umutlarını AKP'ye bağlayan AB'yle ABD'ye manzarayı gösterip şunu söylüyorlar: "Gördünüz mü?
Biz size demiştik."
Bütün bunlardan şu sonuca varmak çok kolay: Kemalizm başarısız oldu ve modern tezahürü çerçevesinde, Türkiye halkına nasıl iyi vatandaş olunacağını söyleyecek siyasi ve ahlaki meşruiyetten yoksun. Fakat ülkeyi modernleştirmekte başarısız oldu ve bu süreçte bizzat yaratılmasına katkıda bulunduğu demokratik kurumlara bile kuşkuyla ve düşmanlıkla bakar hale geldi. Kemalizmin bir an önce yenilenmesi gerekiyor. Yenilenememesiyse yönetici seçkinlerdeki köklü şekilde tecrid edici zihniyeti işaret ediyor.
Avrupa ve ABD'yi 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana biçimlendiren köklü entelektüel, siyasi ve sosyal değişimler (sözgelimi bireysel haklar, vatandaşın emrindeki devlet, etnik çeşitlilik, hatta şu çok eleştirilen çok kültürlülük kavramı) Kemalizm'in betondan duvarına ancak bir çizik atabildi. 1920 ve 1930'larda olduğu gibi, bugün de Türkiye üzerinde bir an bile kırpılmayan denetleyici bir göz olmayı sürdürüyor.

Din-devlet ilişkisi değişebilir
Türkiye'nin mayası ilginç bir tartışmanın da konusu. Fakat bu tartışmanın tekerleği yeniden icat etmek gibi bir yanı da var. İspanya ve İrlanda gibi ülkeler son yıllarda dinle devlet arasındaki ilişkiyi yeniden tanımladı; bu örnekler, o baskıcı bakışı başka yönlere çevirmeyi tercih etmesi halinde Türkiye için yol gösterici olabilir. Avrupa'daki birçok insan, yanı sıra ABD ve Müslüman dünya Türkiye'nin başarmasını istiyor.
Avrupa Parlamentosu 2004'te Türkiye'nin AB adaylığını onayladığında, vekiller üzerinde 'Evet' yazılı dövizler kaldırmıştı. Bütün gazetelerin birinci sayfalarını kaplayan fotoğraf buydu. Birçok Türk şaşırmış ve beklemedikleri bu destek gösterisi karşısında duygulanmıştı. Bu tepki Türkiye'nin tuhaf bir sorununu da yansıtıyordu. O da şu: Türklerin ne kadar çok dostu olduğunu hiç anlamıyor gibi bir hali var.

Kaynak: Radikal