Son AB zirvesinin bir Hıristiyan simgesi olan Jeronimos Manastırı'nda düzenlenmesi, Müslüman Türkiye'ye mesaj gibi yorumlanabilir. AB üyeliği umudu giderek sönen Türkiye'yle, Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin ilerletilmesi, iki tarafa da önceden görülmemiş yarar sağlar
27AB ülkesinin başbakanları, AB anayasasının yerini alacak Reform Anlaşması'nı imzalamak için geçen ay bir araya geldiğinde, resmi imza törenini Portekiz'deki meşhur Jeronimos Manastırı'nda yapmayı seçmiş. Bu tür tarihi öneme sahip kutlama mekânlarının gelişigüzel seçilmediğini biliyoruz; mekân imza kadar önemli. Zira anlaşmanın Müslümanların Endülüs'ten çıkarılması sonrası inşa edilen bu mekânında imzalaması, iki şıklı bir mesaj gönderiyor. İlki şu: Mekân AB'nin Hıristiyan yapısını derinleştiriyor. İkincisi, birliğe katılmaya çalışan ve nüfusunun yüzde 99.6'sı Müslüman olan Türkiye'ye kapıları neredeyse tamamen kapatıyor.
Akdeniz Birliği İsrail odaklı
Bu mesaj, Fransa'nın Osmanlı döneminde Ermenilere soykırım yapıldığı suçlamalarını desteklemesi, Ankara'nın üyeliğini reddetmesi ve diğer üyeleri de buna teşvik etmesi nedeniyle Ankara'yla Paris arasında yaşanan gerginliğin akabinde geliyor. Bu durum Türkiye'nin yaklaşık yarım asırdır ulaşmaya çalıştığı üyelik hedefini gerçekleştirme umudunu zayıflatıyor. ABD'nin bu konuda hâlâ baskı yaptığı doğru, ancak bazı Avrupalı siyasiler bu baskının, Avrupa çıkarlarıyla uyuşmayan Amerikan çıkarlarını gerçekleştirmeyi hedeflediğini düşünüyor.
Diğer yandan, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin Akdeniz ülkelerini kapsamasını istediği Akdeniz Birliği projesi bile merkezine İsrail'i koydu. Bu durum, sadece AB'nin değil, ana fikri henüz oluşmamış bu projenin de Türkiye'ye karşı uzaklaştırıcı bir tavır aldığını gösteriyor.
Bu karışıklıklar Türkiye'yi, halifeliğin kaldırılması, Kemalistlerin iktidara gelmesi ve o günden beri Batılılaştırma politikasını izlemeleri sonrası mücadele ettiği krize döndürdü. Bazı araştırmacılar Batılılaştırma yönteminin, Türkiye'yi İslam dünyasındaki öncü konumundan uzaklaştırmayı hedeflediğini savundu.
Türkiye'nin, dünyanın en önemli 15 sanayi ülkesinden biri haline gelmesi, tekstil ürünleri üreten ve ihraç eden ülkeler arasında altıncı sırayı alması ve hesaplarını kendisi yapan bir askeri güç olması sonrası 'Batı'nın kuyruğu' diye nitelenemeyeceği doğru. Ancak, nihayetinde Batı kapısında duruyor ve bazı Avrupalı siyasilerin Hıristiyan devletlere münhasır olmasını istediği Batı kulübüne alınması istenmiyor. Türkiye'yle ilişkilerinin, evlilikle sonlanmayacak daimi bir 'nişanlılıktan' ibaret olmasını istediklerini ifade edebilirsiniz.
Bu yazının ilk satırını yazarken aklıma gelen soru şuydu: Niçin Araplar, Türkiye'nin Avrupa kapılarında şaşkın bir biçimde beklemesi, İsrail'in Ankara'yla Arap başkentleri arasındaki mesafeyi kullanması veya ABD'nin Türkiye'yi destekleyen güçlü müttefik olarak kalması yerine Türkiye'yi kucaklayacak bir 'girişimde' bulunmuyor?
Türk işadamlarının Arap ve İslam dünyasında geniş faaliyetlerde bulunduğunu biliyorum; MÜSİAD, her yıl 40'tan fazla İslam ülkesinden heyetlerin katıldığı uluslararası fuarlar düzenliyor. 11. fuar geçen kasımda Abu Dabi'de yapıldı.
Fakat bundan daha da öte bir konudan bahsediyorum. 'Ortadoğu binası'ndaki üç önemli sütundan -Mısır ve İran'ın yanı sıra- biri olması nedeniyle, Türkiye'yle ilişkileri ele alacak stratejik bakış açısından bahsediyorum. Üç ülkenin de nüfusu 70 milyonu aşıyor ve her biri seçkin konuma, geniş imkânlara ve 'uygarlık ağırlığı'na sahip. Stratejik düşünürsek, bu üç ülkeyle işbirliği bölgedeki dengeleri değiştirebilir ve haritaları yeniden çizebilir. Uluslararası denklemlere, Ortadoğu'ya ilişkin uluslararası 'uğraşı'ları durdurabilecek yeni bir denklem ekler. Bu 'uluslararası uğraşı', bölgeyi, gerek ABD planlarıyla gerekse de Avrupa örtlüsünün hileleriyle yolgeçen hanına çeviriyor.
Bu öneri uzak görünse de, Arap-Türk uyumu mümkün. Türkiye'deki bazı siyaset unsurlarının sorguladığı konu da bu. Ankara'yla çeşitli Arap başkentleri arasındaki bağlantı hatlarındaki 'sıcaklığın' kaybolması gibi konularla ilgilenen bazı Türk araştırmacılardan birçok kez duyduğum sorgulama bu yönde. Bu araştırmacılar, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması sonrası Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat ve Ürdün Kralı Abdullah'ın Ankara ziyaretlerinden olumlu söz ediyorlar ve ilişkilerde sıcaklığa dönüşün iki tarafın çabalarını gerektirdiğini ekliyorlar. Bu bağlamda Gül'ün baharda Mısır'a bir ziyaret yapacağını, kendisine 400 kişilik bir işadamı heyetinin eşlik edeceğini ifade ediyorlar. Gül böylelikle siyasi ve ekonomik ilişkileri güçlendirmek istiyor.
Araplardan da talep gelmeli
Ayrıca, AKP hükümetinin İslam dünyasıyla ilişkileri güçlendirmeyi dış politikasının dayanakları arasında gördüğünü ifade ediyorlar. Başbakanın danışmanlarından Ahmet Davutoğlu'ndan ülkesinin Doğu'yla Batı arasındaki ilişkilerde etkin rol üstlenmeyi istediğini, bu nedenle en azından Ortadoğu'da, özellikle de Irak, Lübnan ve Filistin'le ilgili meselelerde varlığını kanıtlamakta kararlı olduğunu dinlemiştim. Fakat bu varlık, Araplardan karşılık bulursa daha etkin olur.
İstanbul'da birkaç gün önce, Kahire Üniversitesi Medeniyetler Diyaloğu programıyla Abant Platformu'nun düzenlediği bir toplantıya katıldım. Türk akademisyen ve uzmanlardan duyduklarımdan çıkardığım sonuçlardan biri de, Arap dünyasından Türkiye'yle işbirliğine yönelik tam bir istek ifade eden bir mesaj almamış olmaları ve bunun onları şaşkınlığa düşürmesiydi. Bu durgunluğun sürmesine güçlü bir neden bulamıyorlardı. Ben de aynı şaşkınlığa katıldığım için, Arap Birliği genel sekreterinin Türk tutumunu anlama ve Arap tutumunu açıklamak için Ankara'ya gitmesini temenni ettim. İlişkilere hükmeden kara- bulutların dağıtılması taraflar için ciddi bir çıkar.
Kaynak: Radikal