Meseleleri tanımlamanın ve Türk anayasasının sivilleştirilmesi tartışmalarının ötesinde, işin özünde Türk milliyetçiliğinin şekillendirilmesi meselesi bulunmaktadır.
Tıpkı başörtüsü sorununda olduğu gibi, 1982 Anayasası ve ona eşlik eden yasalar, ifade ve düşünce özgürlüğü bağlamında da aşırı biçimde katı ve kısıtlayıcıdır. Savcılar tarafından "Türklüğü aşağılamak" anlamına gelebilecek her türlü yaklaşımı cezalandıran TCK'nın 301. maddesi, Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi seçkin kültürel unsurları suçlamak için kullanılıyor ve dünya bunu Türk milliyetçiliğinin liberal demokratik kural ve uygulamalarla birleşen temel insan hakları ile çeliştiği yönünde kesin bir görüntü olarak algılıyor. 301, Türk hukukunun bir parçası olarak kalmayı sürdürdüğü müddetçe, Türkiye'nin AB üyeliğine yönelik Avrupalı muhalefeti savunulabilir bir zemine yaslıyor (bazı AB üyelerinin kendi onur ve haysiyet kırıcı benzer yasalardan utanmıyor görünmesine rağmen). Erdoğan liderliği tarafından verilen, Türkiye'nin AB üyeliği kampanyasını yeniden canlandırma çabaları yönündeki sözün bir bölümünü, Türk vatandaşlarının özgürlükleri için çok daha destekleyici olacak olan, çok istenen ve gerekli olan anayasanın yeniden elden geçirilmesi meselesi oluşturmaktadır.
Demokrasi, ancak ve ancak vatandaşların zihinlerindekilerini özgürce konuşabildiği, sosyal ve politik gerçeğin serbest ortamda yükselmesine izin verildiği anlarda yeşerebilir. 'Soykırım' sözcüğünü kullanmanın potansiyel bir suça ve hatta suikasta neden olduğu bir durumda, böylesi bir politik kültür, hukuk düzeni içinde özgür ifade lehine engellenmelidir. Aksi halde, toplum bundan rahatsız olacaktır. Böylesi bir tutum, dünya mahkemesinin Sırpların Bosna'daki soykırımdaki sorumluluğunu reddetmesi kararı Türk milliyetçilerinin, tartışma amaçlı Ermeni meselesinin açılmasından öyle çok da korkmaya ihtiyaçları olmadığını gösterecektir.
Geçmişe dair birkaç dış politika kaygısı bulunmaktadır. Derin devlet gerçekliğinin bir bölümü, Türkiye'nin Birleşik Devletler ve İsrail ile stratejik ilişkileri üzerindeki kontrolle çakışmaktadır. Demokratik bir bakış açısından yaklaşılırsa, Türk sempatisi, Ankara tarafından yönetilen resmi diplomasinin aksine Filistin meselesine daha fazladır ve daha duyarlıdır. Ve Türk Parlamentosu'nun kamuoyuna aşırı duyarlı tutumu, Erdoğan hükümetini 2003 yılındaki ABD'nin Irak işgaline, felaket getirebilecek bir destek vermesine engel oldu. Türkiye'nin demokrasisinin tam anlamıyla olgunlaşması için, ülkenin stratejik ilişkilerinin politik kimliğini ve demokratik yollarla belirlenmiş ulusal çıkarlarını daha iyi yansıtmaya ihtiyacı bulunmaktadır; ancak bu tür hedeflere uzun ve yoğun bir kampanya yürütülmeden ulaşılamaz.
Kısa vadede, Avrupa ve Birleşik Devletler'in önümüzdeki aylarda ortaya çıkabilecek bir tür Türk krizinden kaçınmak için kendince sebepleri bulunuyor. Bu açıdan bakıldığında, küresel medyanın temmuz ayındaki seçimlerin laikliğe karşı İslam'ın zaferi olarak görülmesi gerektiği yönündeki ısrarının sebep olduğu tesir, mevcut tabloya hiç de katkı sağlamadı, aksine azgın ateşe benzin dökmeye benzedi. Sürece olumlu katkı sağlayabilecek şey, yabancı liderlerin hükümet ve diplomatik değerlendirmeler bazında AK Parti'ye güvenlerini ifade etmeleri, Avrupa'nın AB üyelik müzakereleri yaklaşımını ilerletmesi ve Kıbrıs meselesinde daha dengeli bir yaklaşımın savunucuları olmalarıdır, özellikle Annan Planı'na ve bir BM rolüne desteği yeniden canlandırarak.
Elbette, seçimin galipleri kendi paylarına, ufukta görünen krizden, demokrasi ve milliyetçiliğe dair kendi stratejik hedeflerinden sapmadan ve zemin kaybetmeden taktik olarak kaçınabilirler. Bu söylenen şeyi somut olarak belirtmek zordur. Böylesi bir politika, hiç kuşkusuz cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında amansız bir muhalefet izleyen ordunun da zarif bir şekilde önceki tutumlarından uzaklaştırılması için bir fırsat oluşturacaktır. AK Parti, eski laik güçlerden daha büyük ve daha etkin olabilecek ve tehlikeli bir biçimde ülkeyi kutuplaştırabilecek ve istikrarsızlaştırabilecek karşıt gösterilerin organize edilmesinden sonra böylesi bir zeki öngörü ve basiret ile hareket ederek bu tavrın örneğini sergiledi.
Bu genel görünümün hiçbir yerinde, politik İslam meselesi samimi bir kaygı unsuru olarak ortaya çıkmamaktadır, hatta seçimin Avrupa-Amerikan tarzı modernist laikliğe karşı 'ılımlı İslam'ın zaferi olarak yorumlandığı sulandırılmış şeklinde bile. İslam etiketi, sadece İslamcılar tarafından değil, aynı zamanda, hükümetle, piyasayla ve toplumsal kurallarla ilişkilerinde hiçbir anayasal adımın kendilerini eski hegemonik konumlarına taşımayacağını gören, Türkiye'de izole olmuş muhalefet güçleri tarafından da artan ölçüde harlandırılıyor. Bu koşullarda, terimlerin savaşıyla kafa karıştırmak, ancak ordunun idareyi ele alması durumunda Türkiye'deki çöküşün bir kaosa dönüşmesinin önüne geçebileceği etkisi yaratma amaçlı gerilim stratejisinin ürünüdür. Böylesi bir strateji, AK Parti'nin şimdilerde tadını çıkardığı, hem iş dünyası hem de Türk kitlelerinin destek oranı göz önünde bulundurulduğunda, daha başından kadük. Laik bir aile tarafından çalıştırılan, dinci olmayan özel bir araba sürücüsüne, seçimlerde kimi desteklediğini sorduğum zaman şu cevabı aldım: "Ben aptal mıyım?" Bu, onun, elbette oyunu AK Parti'ye verdiğini söyleme tarzıydı. Ordu, muhalefette ve aptal olmayan yurtdışında da benzer sağduyulu seslerin yükselmesi temenni edilir.
Kaynak: Zaman