Son zamanlarda uygulanmakta olan Türk dış politikası hem iç hem de dış kamuoyunda en çok konuşulan konulardan birisi haline geldi. İlginç olanı, Türkiye'nin yakın çevresinde etkinliğini artırmasının dışarıda olduğu kadar içeride bir kısım akademik çevrede ve medyada da rahatsızlık yaratması.
Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi'nde İran için yeni yaptırımlar uygulamaya dönük yapılan oylamada Brezilya ile birlikte "hayır" oyu kullanması, Gazze'ye uygulanan ambargo konusunda sivil toplum kuruluşlarının insanî yardım taşıyan gemilerine İsrail tarafından yapılan kanlı baskına sert bir şekilde reaksiyon göstermesi ve uluslararası toplumu ayağa kaldırması ilginç yorumlara konu oldu. Kimilerine göre Türkiye'nin uyguladığı yeni dış politika ile kendisini dev bir aynada gördüğü, küresel bir aktör gibi davrandığı ama küresel aktör olma yeteneğinin olmadığı konusunda yorumlar yayınlandı. Türkiye'nin son dönem dış politikasını çoğunlukla İran ve Arap dünyasının işgal ettiği ve bu yönüyle de bir "eksen kayması"nın yaşandığı tartışmaları ağırlık kazandı. Öncelikle sorulması gereken soru şu olmalı: "Eksen denilen şey nedir ve bunu ne belirlemektedir?" Eğer eksenden kasıt Soğuk Savaş dönemindeki Doğu-Batı ekseni ise o dönem çok gerilerde kaldı. Artık Doğu-Batı gibi kutuplara ayrılmış bir dünya yok. Bununla birlikte uluslararası politikada böyle bir ayırıma neden olan faktörler de yok. Artık Türkiye'nin tehdit olarak algıladığı ne SSCB ne de SSCB gibi bir tehdit karşısında Türkiye'ye kol kanat gerecek bir ABD var. Son on yılda Kuzey Irak'ta yaşadığımız güvenlik sorunlarımız, Kuzey Irak bölgesinden ülkemize giren terör grupları ve Türkiye'nin terörle mücadelede ABD ile zaman zaman yaşadığı sorunlar (askerlerimize çuval geçirme hadisesi, terörle mücadele kapsamında kara operasyonunun bir şekilde engellenmesi) böyle bir eksenin kalmadığını açıkça gösteriyor. Diğer taraftan eksen meselesi "demokratik, laik ve hukuk devleti" olma noktasında Batı'dan bir kopuş olarak algılanıyorsa o zaman da yukarıda örnekleri sayılan konularla bu meselenin hiçbir alakası yok. Daha çok içeride yargıda yaşanılan gelişmeler, yargı sistemimizdeki tektonik sallantılar, Batı tarzı bir hukuk ekseninden oligarşik bir hukuk eksenine doğru kaydığımızla daha çok alakası var.( Dış politika ile doğrudan alakası olmadığı için bu meseleye bu noktada girmeyeceğim.)
Eksen kayması meselesinin adını doğru koymak lazım: Uluslararası yönetişimde statüko değişiyor... Tartışılması gereken bir konu varsa aslında 2. Dünya Savaşı sonrasında galip devletlerin kurduğu dünya düzeni tartışılmalı. Bu düzende BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa'nın dünya meselelerinde BM'nin alacağı önlemler konusundaki üstünlükleri devam ediyor. Ancak bu ülkelerin çıkarlarıyla ilgili sorunlarda kesin ve hızlı bir reaksiyon ortaya çıkabilirken (Afganistan, Irak, Darfur, Yemen vs.), örneğin neredeyse yarım yüzyıllık Filistin sorunu çözülemiyor. Yani bahsedilen devletlerin çıkarları söz konusu olduğunda aynı koalisyonda yer alırsanız eksen kaymıyor! Türkiye ve Brezilya'nın en son yaptığı gibi devletler salt kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederlerse eksen kayıyor!
Türkiye'nin yakın bölgesindeki sorunların her biri (örneğin Filistin ve Karabağ sorunu) yıllardır dondurulmuş bir şekilde duruyor. Batı ekseni olarak tartışılan coğrafyaya bakıldığında, genel olarak ABD ve AB coğrafyası ve yakın bölgelerinde önemli bir refah, zenginlik ve güvenlik alanı oluşturulduğu açık bir şekilde görülmekte. Nispeten dünyadaki finans krizi bu bölgeleri etkilemiş olsa da Türkiye'nin yakın çevresinden farklı olarak bu bölgelerde istikrar hâkim. Nitekim ABD ve AB bu istikrarın avantajından yararlanmaktalar. Türkiye yakın bölgesindeki çatışmalar ve istikrarsızlıkların faturasını yıllardır ödüyor. Irak'taki problemler Türkiye'ye terör olarak dönüyor. Türkiye'nin mücavir alanlarında meydana gelen her olumsuz gelişme en azından Türkiye'ye göç olarak yansıyor. Küresel aktörlerin bölgesel sorunlarını nasıl çözdüklerine baktığımızda en başta ekonomik olarak karşılıklı bağımlılıklarını artırdıklarını görmekteyiz. Örneğin ABD, komşuları Meksika ve Kanada ile 1994'te NAFTA'yı kurdu. AB ise 1970'li yıllardan beri yaptığı ekonomik işbirliği anlaşmalarının seviyesini ortaklık düzeyine çıkardı. 1995'te Avrupa-Akdeniz Ekonomik Bölgesi fikrinden yola çıkarak Ortadoğu ve Akdeniz ülkeleri ile ekonomik anlamda ortaklık seviyesine varan ilişkiler kurdu. Diğer taraftan Körfez ülkeleri ile de 1989'dan beri yakın ekonomik ilişkilere girdi. Bu girişimleri ile AB, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan gelebilecek göçü engellemeyi, ortak bir barış ve istikrar alanı oluşturmayı ve ekonomik ve mali ortaklık ile yavaş yavaş tesis edilecek bir serbest ticaret bölgesi kurarak refahın hep birlikte paylaşıldığı bir alan oluşturmayı hedefledi. Türkiye, AB'nin 1970'lerden beri gerçekleştirmek istediği ancak tam anlamıyla gerçekleştiremediği bu vizyonu kendi bölgesinde gerçekleştirmeye başladı. Suriye, Lübnan ve Ürdün'le ekonomik bir entegrasyon sürecini başlattı ve dahası karşılıklı olarak vizeleri kaldırdı. Dolayısıyla, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun öncülüğünde Türkiye'nin uyguladığı dış politikayı bir eksen kayması olarak görmek mantıklı gözükmüyor.
Türkiye'nin son yıllarda uyguladığı dış politikayı anlayabilmek için "aklı yeniden kurmaya ihtiyaç var". Çünkü Davutoğlu Türk dış politikasının aklını yeniden kurmakta. Bu yeni akıl, referanslarını hem realist hem de normatif değerlerden almakta. Bir taraftan Türkiye'nin temel güvenlik kaygılarına realist bir paradigmadan bakarken, diğer taraftan bu kaygıları bölgesel güvenlik, bölgesel barış ve bölgesel refah potasında eritmekte. Bu nedenle İsrail'in hukuk tanımaz ve bölgesel barış ve güvenliği bozucu aksiyonlarına sert bir karşılık vermekte. Türkiye İran, Suriye ya da Lübnan ile ilgili konularda da kararlı ve proaktif bir dış politika uygulamakta.
Diğer taraftan Davutoğlu, Türk dış politikasına, merkezinde Türkiye'nin bulunduğu dört dalgalı bir vizyon kazandırmıştır. Her dalganın kendine münhasır vizyonu vardır. Örneğin birinci dalgada komşu ülkeler bulunmakta ve komşularla sıfır problem bu vizyonun bir parçasıdır. İkinci dalgada yakın bölgemizdeki ülkeler yer almaktadır. Körfez ülkeleri, Kuzey Afrika, Güneydoğu Avrupa, Kafkaslar ve Orta Asya ikinci dalgada yer almakta. İkinci dalgada yer alan ülkeler ile bölgesel entegrasyonlar geliştirerek karşılıklı bağımlılıkları artırma ve bu vesileyle bölgesel sorunlara bölge ülkeleriyle çözüm bulma temel hedeflerdir. Üçüncü dalgada ise kıtalar yer almaktadır. Türkiye'nin son yıllarda alışa gelinenden farklı olarak Asya, Afrika ve Latin Amerika'ya yönelik açılımları yeni bir vizyondur. Dördüncü dalgada ise küresel politika vizyonu yer almaktadır. Dördüncü dalgada devletlerin dışında devlet dışı küresel örgütlenmelere yönelik özgün politika oluşturma ve uygulama son dönem Türk dış politikasının bir parçasını oluşturmaktadır. Bundan on yıl önceye kadar Türk dış politikasında bu şekilde sistemsel bir yaklaşım söz konusu değildi. Daha çok tepkisel ve doğaçlama bir dış politika yapımı söz konusu idi.
Bu nedenle içinde bulunduğumuz dünyayı Soğuk Savaş yıllarının enstrümanları ve verileri ile anlamaya çalışmak Türkiye'nin çıkarına değildir. Türkiye'de şu an yapılmakta olan tartışmalar bilinçli ya da bilinçsiz, hem uluslararası politikadaki hem de Türk dış politikasındaki sistemik değişimin anlaşılamadığını göstermekte.
Kaynak: Zaman