Türk dış politikası: Devrimizin dış politikası

M.K. Bhadrakumar

Benzerlik kurmak, politikaya yüzde yüz uygulanabilir bir şey değildir ama Türkiye bilhassa da uluslararası sistemdeki olgusal oynaklığa ayak uydurma mecburiyetine yakalanmış Hint politika yapımcıları için bir örnek sunmaktadır.

Devrimizin tüm belirsizlikleri ve ölçüye-tartıya gelmeyen şeyleri, Türkiye'nin kafasını kemiriyor. Hindistan ve Pakistan gibi Türkiye de civar bölgeler üzerinde hâkim bir tepelik sunan stratejik bir mevkii sahibi. İzlediği politikalar, geniş bir bölge üzerinde ayak izlerini bırakıyor. Türkiye, sosyal şekillenme bakımından Hindistan'ı geride bıraktı ama kalkınmaya yönelik meseleler birbirlerine benzemez de değil. Türkiye, Hindistan seçkinlerinin ulaşmayı arzuladıkları yerde: ABD ile yakın ortaklık. Amerika'nın reddettiği hususlarda neler yaptığı ise hassaten ilgi duyulacak bir şeydir.

Soğuk Savaş'ın beşiğinde büyüyen Türkiye, Amerika'nın bölgesel politikaları için merkezi öneme sahipti. Sovyetler Birliği'nin yaman Washington büyükelçisi Anatoly Dobrynin ve ABD Başkanı'nın kardeşi ve güvenilir yardımcısı Robert Kennedy arasında arka kanaldan yapılan ve Küba Füze Krizini sona erdiren anlaşmanın, Sovyetlerin Küba'daki füzelerini geri çekmeleri karşılığında Türkiye'deki Jüpiter füzelerinin "krizin sona ermesinden hemen sonra" çekilmesi üzerinde döndüğünü söylemek yeterlidir. Amerika kalan son füzelerini 1963 Nisan'ına kadar sökmüş ve Türkiye'den götürmüştü.

Amerika'nın Soğuk Savaş ittifaklarından çok azının duyguyla karışık böylesi hâtıraları vardır. Başkan Barack Obama'nın daveti üzerine Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın kısa bir süre önce Washington'ı ziyareti, çağdaş dünya politikası öğrencileri arasında işte bu yüzden büyük bir ilgi ve merak uyandırdı. Sayın Obama'nın sayın Erdoğan'la yaptığı ikinci "ikili" görüşmeydi bu. Amerikan kaygısı elle tutulur derecede hissediliyor. Washington pek çok konuda Ankara'nın nerede durduğunu bilmeye can atıyor. İran, Afganistan savaşı, Ortadoğu ve Filistin problemi, Irak'taki gelişmeler, Rusya ve Kafkasya, NATO'nun geleceği ve elbette ki petrol ve boru hattı jeopolitiği - ardı arkası kesilmeyen bir liste.

Türkiye, Ekim ayında İsrail'in bir NATO tatbikatına iştirâkine izin vermedi ve Amerika surat asarak tatbikattan çekildi. Ankara, Amerika'nın hiçe saymasını görmezlikten geldi ve sayın Erdoğan, Türkiye-İran arasında gitgide artan bölgesel güvenlik mutabakatına mühür vurmak üzere İran'a üst düzey bir ziyaret gerçekleştirdi. Şaşırtıcı değil, İran sayın Obama'nın gündeminin baş köşesindedir. Washington, İran konusunda Ankara'nın işbirliğine ihtiyaç duyuyor bilhassa da Türkiye BM Güvenlik Konseyi üyesi olduğundan dolayı. Obama ile yaptığı toplantıdan çıkan Erdoğan, Washington'ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nda yaptığı son hamleye Ankara'nın katılmadığını söyledi. Erdoğan "çok aceleye getirilmiş bir süreç olduğuna inanıyorum çünkü daha istişâri bir yaklaşımla belirli adımlar atılabilirdi" şeklinde bir gözlemde bulundu; Türkiye'nin İran'a karşı müeyyideleri desteklemeyeceğinin ve diplomatik çözümde ısrar edeceğinin altını çizdi. Bunu perçinleyerek, Washington ve Tahran arasında arabuluculuk yapmayı teklif etti.

Sayın Erdoğan, Amerika'nın iyi bir müttefiği olmanın yahut model ortağı olmanın Türkiye'nin vassal bir devlet gibi hareket etmesini gerektirmeyeceğini ispatladı. Ankara biliyor ki Amerikalılar, kendi aklına göre hareket etme yetkisi olan müttefiklerine karşı hoşgörü gösterir diye savunulabilir. Dolayısıyla Erdoğan İsrail'in Filistinlilere karşı işlediği vahşeti kınamada asla tereddüt etmiyor Washington'da faaliyet gösteren güçlü bir lobi olmasına rağmen yahut Türkiye İsrail'den silah satın alıyor olmasına rağmen hem de. NATO'daki ikinci büyük askeri güç olan Türkiye, Afganistan'a daha fazla sayıda asker isteyen Amerika'nın talebini geri çevirdi. Ankara, Hamas lideri Halid Meşşal'i, Iraklı Şii lider Muktada el Sadr'ı ve Sudan Cumhurbaşkanı Ömer Hasan el Beşir'i – Amerika hepsini de boykot etmekte - Türkiye'ye davet etti.

Türkiye Erdoğan iktidarında Batıdan uzaklaşıyor mu? Geçenlerde 13.yüzyılda yaşamış bir Sufi ve şâir olan Mevlana'nın bir sözünü andı: "Biz bir pergel gibiyiz. Bir ayağımız kendi değerlerimizde, inançlarımızda, öbür ayağımız 72 millette." Ve ayrıntıyla işledi: "Türkiye tam olarak bu konumdadır. Kapılarımız sonuna kadar açık. Türkiye Doğu'ya bakarken Batı'yı kaybedemez, Batı'ya bakarken Doğu'yu kaybedemez; Kuzeye bakarken Güneyi, Güneye bakarken Kuzeyi kaybedemez. Türkiye, tüm dünyaya 360 dereceden bakabilme gücüne sahiptir." Sayın Erdoğan'ın "Nehruvizmi" sarsıcı bir tazelikle canlanıyor.

Türkiye'nin NATO'ya mı yoksa Moskova'ya mı daha yakın olduğunu söylemek artık zordur. NATO'yu Karadeniz dışında tutmada, Kafkasya'nın istikrarında ve Hazar boru hatlarına yön vermede Moskova ve Ankara'nın ortak çıkarı var. Türkiye Rusya'nın eski bir rakibiydi. Aralarında üç savaş yaşandı. Fakat Rus dehasının Sovyetler Birliğinin küllerinden yükselmesinin an meselesi olduğunu biliyor Ankara. Ve Moskova ile çok boyutlu ilişkinin içeriğini inatla doldurmaya başladı. Hindistan'ın Rusya ile ticareti 4 milyar dolarda takılıp kalmışken, Türkiye'nin ticareti 40 milyar dolara yaklaştı ve dört yıllık bir zaman zarfında 100 milyara sıçrayabilir. Türkiye'yi yılda üç milyon Rus turist ziyaret ediyor. Türkiye'nin doğalgazının yüzde 68'ini Rusya karşılıyor. Türkiye (Amerikan desteğindeki Nabuko'ya rakip) Güney Avrupa'ya uzanacak yeni Rus boru hatlarının kendi topraklarından geçmesine izin verdi. Rusya şimdi de Türkiye'nin nükleer santral inşası gibi iş kollarında başa oynamaya ve geleneksel olarak Amerikan hâkimiyetindeki bir pazarda silah tedarikçisi olarak büyük bir atılım yapmaya bakıyor.

Moskova, Ankara'yı gitgide çokkutuplu bir sistemde takım kurabileceği Avrasya'daki bağımsız bir oyuncu olarak görme eğiliminde. Türkiye, bağlantısızlığı (non-alignment) gürültü patırtı çıkarmadan yeniden tanımladı ki dış politika seçeneklerinde çarpan etkisi yaratmaktadır. Türkiye Doğu-Batı ve .Hıristiyan-Müslüman dünya arasında köprü olarak, Rusya, Hazar, İran, Irak ve Mısır'dan Avrupa'ya uzanan en muazzam güzergâhların kesiştiği dünyadaki en büyük enerji merkezi olarak hareket etmek sûretiyle coğrafyasından en iyi şekilde yararlanıyor (İran'dan başlayan ve Hindistan "merkezinden" geçerek Çin ve Güneydoğu Asya ülkelerine uzanacak bir boru hattı ile benzerlik kurulabilir). Ankara'daki beklenti o ki Ankara matrisi bir kez döşediğinde Avrupa-Türkiye hikayesi de dönüşecektir.

Türkiye Ortadoğulu hüviyetini yeniden geri almak ve İslami mirâsını keşfetmek maksadıyla "zahmetli" komşularıyla (Suriye, Irak, İran, Ermenistan vb) olan bağlarını güçlendirmeye çok ciddi bir diplomatik enerji yatırıyor. İyi bir dış politikanın, ulusal politikaların uzantısı olması gerektiğini gösteriyor. Türkiye'nin komşularına karşı "sıfır problem politikaları", Hindistan'ın öykünmesine değer müthiş bir başarı hikayesidir. Gücenik Kıbrıs meselesi, tıpkı Keşmir meselesi gibi, bir çözümden kaçıp kurtulmayı sürdürüyor. Ama ne ki Türkiye, Yunanistan'la normalleşme süreci için ileri doğru bastırdı. Bölücü Kürt isyanı iltihap toplamış bir yara. Fakat sayın Erdoğan klişeleşmiş düşünceyi kırmak ve bir siyasi çözüme koyulma yolunda müstesna bir devletadamlığı sergiledi. Bu sırada Türkiye, gerillalara barınak sağlayan Kuzey Irak'la güçlü bir siyasi ve iktisâdi bağ tesis etti. Esasen Ankara'daki politika yapımcıları, siyasi ve iktisâdi açılımların bir karışımı yoluyla Türkiye'nin zahmetli komşularını bölgesel istikrarın "hissedarı" yapmaya azmetmişlerdi.

Açıktır ki siyasi iradenin olduğu yerde her daim bir yol vardır. Kıyaslandığında, Hindistan, Sovyet bağlarını ihya edeyim derken yolunu kaybetmiştir. Hindistan'ın komşuluk politikası, feryad-ı figan ederek ilgi istiyor. Yeni Delhi'nin aksine, Ankara, Yeni Amerikan Yüzyılı Projesinin ham hayal olduğunu gördü. Hindistan gibi Türkiye de batı hayranlığından payına düşeni almıştır. Ama Erdoğan, Türkiye'nin dış ilişkilerini çabucak çeşitlendirmede ısrar etti. Onun ifadesiyle "Türkiye yön değiştirmiyor, normalleşiyor." Türkiye "tekkutuplu bir çıkmazla" karşı karşıya değil ve "dengeleyici" olmayı arzulamıyor. Hiç kibirlenmeksizin, bölgesel sisteme yöneldi (İran'ın yükselişi, Irak'taki anarşi, devletdışı aktörler, İslamcılık, İsrail'in konumundaki aşınma vb). Çetrefilli Osmanlı mirâsına bakınca, ürkütücü bir meydan okumadır bu. Türkiye oynak/değişken bir dış muhitle karşı karşıyadır. Ama Büyük Ortadoğu'daki (yahut Avrasya'daki) Amerikan politikalarının yol açacağı tâli hasarlardan korunmanın en iyi yolunun aslında bölgesel ortaklık kurmak olduğunu tespit etmiştir. "Yeni bölgeselciliğin" biz Hintlilerin "ulusal konsensüs" olarak talep ettiğimiz şeye nail olmak olduğunu bilen sayın Erdoğan'ın tabandan gelmiş cin gibi bir politikacı olma avantajı var

Ortadoğu konusunda tanınmış bir yorumcu olan Richard Falk yakın geçmişte şöyle yazmıştı: "Türkiye'nin rolü, bu aydınlatan araştırmacı ruhta, geçmişi, bugünü ve geleceği birlikte ele alan geniş bir kültürel ve tarihsel bağlamda yorumlanıyordu. Böylesi bir yaklaşım, modern Türk devletinin kurucusu olan Kemal Atatürk'ün fikir ve rehberliğinden daha öncesine hiçbir zaman bakmayan dar ulusçuluk anlayışını düzeltici bir rol üstlenmişti."
Türk tecrübesinin özünde, mâziye ilişkin bir kavrayışı yeniden yakalayarak ve onun kazanımlarıyla iftihar duyararak ileriye doğru hamle yapma kabiliyeti yatmaktadır. Ama diğer taraftan Türkiye, Kanuni Sultan Süleyman'ın Viyana kapısına dayandığı zamanda, şunun şurasında 1529'da, "büyük güçtü."

Kaynak: Hindu Times

Yazar hakkında: Emekli Hint diplomat

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı