Türban ve özgürlük-1

 
Bazı liberaller, Türk laikliğinin Fransız yolunu (devleti dinden korumak) değil de Amerikan yolunu (dini devletten korumak) tercih etseydi daha iyi olacağını ileri sürüyor. Elbette böyle olsaydı türban yasal anlamda bir sorun olmaktan çıkabilirdi. Ama tek sorun yasallık değil; asıl sorun, demokratik zihniyetin ve öznelliğin gerçekleşmesi

Ana sorun: Demokratik zihniyet
Sosyal demokratların ne demokratlık ne de sosyallik ile ilgisi kalmayınca, Türkiye'nin demokratikleşmesi muhafazakâr demokrat, ılımlı İslamcılara kaldı. Onlar da ellerinden ne gelirse, siyasal görüşleri ve kapasiteleri neye izin verirse ve de ortam neye imkân verirse onu yapıyorlar. Sonuç? Ülkenin en önemli özgürlük tartışması kadın öğrencilerin üniversiteye türbanla girip giremeyeceği! Bu tartışma AKP tarafından olabilecek en problemli biçimde çözülebildiği için de muhtemelen bir yasal krizin eşiğindeyiz. Biraz olsun gülümseyebilmek için, buna "çene ve boyun yasası" mı desek? Yoksa yasal krizin olumlu bir tartışma ortamına, örneğin laiklik, demokrasi, haklar, cumhuriyet gibi hiç tartışmadığımız kavramların tartışılması ortamına yol açmasını mı dilesek? (Kurumların değil, kavramların tartışılması ikisini ayırt edelim.)

Kadın bedeni

Ünlü grafik sanatçısı Barbara Kruger, yıllar önce, bir kadın yüzünün fotoğrafını ikiye bölerek bir tarafını pozitif, öte tarafını negatif bıraktığı posterin ortasına "Your body is a battlefield" diye yazmıştı: "Bedenin muharebe meydanı". Çenenin altı mı üstü mü? Boyun gözükür mü gözükmez mi? Çene, boyun, saç: bu beden parçalarında erkekliğin "açık" ya da "örtük" tarihi yazılı. "Kadın", yani erkeğin arzusu, yasası, politikası, tarihi. Bakın televizyona ne görüyorsunuz, ne işitiyorsunuz?

Yadsıma kültürü

Kadınlar tarih boyunca erkeklerin birbirleriyle mücadelelerinin aracı ve alanı oldular, hikâye devam ediyor. Ama bu önemli noktaya en sonunda dönmek üzere, daha özgül bir belirlenimden de söz etmek istiyorum. Türk siyasal ve bürokratik seçkinlerinin, pozitivist olduklarına dair çeşitli sol ve sağ rivayetlere rağmen, kendini bir gerçeklik olarak ortaya koyan ne varsa onunla giriştikleri dayanılmaz mücadele! İki yüz yılllık modernleşme serüveninin ürettiği en başat kültürel, öznel, ruhsal oluşum, ancak ve ancak bir yadsımacılık, inkârcılık kültürü olarak adlandırılabilir. Kişisel olarak türbanı kadın hakları açısından sorunsuz olarak görmüyorum; görüntü olarak bile çok hoşlandığımı söyleyemem. Ama bireysel bir hak söz konusu olduğunda nasıl bir insanın ne giymesi gerektiğine karışabilirim? Daha da önemlisi, düşünün ki, bir ülkede binlerce kadın ve genç kız, doğru veya yanlış, haklı veya haksız, beğensek de beğenmesek de, dinsel inançlarının gerektirdiği iddiasına dayanarak başlarını türban diye bir örtüyle örtüyorlar. Eğer böyle bir şeye toplumsal bir olgu veya gerçeklik demeyeceksek neye diyeceğiz? Eğer "Hayatta en hakiki mürşit ilim" ise, toplumsal olgularla, Aydınlanma düşüncesinin söylediği gibi dogmalarla değil, akla ve bilime göre uğraşacaksak, biliyoruz ki hiçbir yasal düzenleme, hele bir yasaklama biçimindeyse, bir toplumsal olguyu ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla, türbana izin verilmesine karşı çıkanların ilk önce açıklamak zorunda oldukları şey, tehlikeli gördükleri bir dinsel ifade tarzıyla nasıl mücadele edecekleridir. Çünkü açıktır ki, yasaklamak sadece karşı tarafı daha haklı konuma getirmekte, özgürlük kavramının türbanı savunanların yanına kaymasını sağlamaktadır.

Zaten, eğer tarihin bu noktasında karşımızda bu kadar ciddi bir toplumsal olgu varsa, türbana karşı olan, bunun kadınların özgürlüğünün, bireyselleşmesinin önünde bir engel olduğunu düşünenlerin de, kendi ilkeleri açısından bir yerlerde ciddi bir hata yapıp yapmadıklarını kendilerine sormaları basit bir mantık kuralı değil mi? Olayı "dini suistimal eden oy avcılarına", "şeriat düzeni isteyen kötü niyetlilere" bağlarsak, toplumsal olgulara Aydınlanma aklının gereklerine göre yaklaşmak yerine, tam da dogmatik, mutlakçı, dinci düşünce de görüldüğü gibi "kötü adamlara", "imansızlara", "şeytana", vb. bağlayarak yaklaşmış olmaz mıyız? Türbana karşı çıkanlar, laikleştirmeyi bir ideolojik mücadele, yani demokratik bir toplumda herkesin inançları doğrultusunda verme hakkı olan karşısındakini ikna etme mücadelesi olmaktan ziyade, çeşitli kurumsal ve yasal araçları kullanarak durdurma, dışarıda tutma mücadelesi olarak görürlerse, dogmatik, bilim ve akıl dışı bir tavır içine nasıl düşmezler? Hayatta en hakiki mürşide yanaşmayan, toplumsal gerçekleri inkâr etmenin, dışarıda tutmanın yeterli olacağını sanan bir siyasal tavrın hiçbir işe yaramadığının bu kadar açık seçik bir kanıtı olabilir miydi?

Bölünme ve birlik

Her türlü noktayı göz önünde bulunduralım. Türban serbestliğine karşı çıkanların önemli bir argümanı da bu serbestliğin, üniversitelerde ve giderek ülkede bir bölünme ve hatta çatışma yaratacağı. Eğer türban serbest bırakılırsa, doğacak bölünme ortamının birlik ve bütünlüğe, bir arada yaşama zarar vermesi olasılığını mantıken hesaba katmamızı gerektiren meşru bir boyut var: türbanın dinsel bir inancın ifadesi olması, herhangi bir dinsel inancın da, ister istemez mutlakçı bir boyut taşıması. Eski bir soru bu: demokraside hoşgörüsüzlere hoşgörü gösterecek miyiz? Çağdaş liberal kuramcılardan John Rawls ünlü kitabı A Theory Justice'de ayrıntılarıyla tartışır bu sorunu, tam da dinsel inanç örneğini kullanarak. Ona göre, başkalarına aynı serbestliği tanımayacak olsalar bile hoşgörüsüzler de kendi düşünce ve inançlarını ifade hakkına sahiptir. Hoşgörü sahiplerinin hoşgörüsüzlere hoşgörü göstermeme hakkının olduğu tek koşul kendi güvenliklerinin ve özgürlüğü sağlayan kurumların tehlike altında olduğuna içtenlikle ve akla dayanarak inandıkları koşuldur. Türkiye'de bugün böyle bir koşul var mıdır? Türbanlı kadınlar ve mensubu oldukları siyasal akımın ezici çoğunluğu açısından böyle bir durum yoktur. Zaten, türban serbestliğine karşı çıkanların kendileri de böyle bir iddiada bulunamamakta, ancak uzun vadeli, yavaş yavaş gerçekleştirilen ve İslami "takiyye" (kendini saklama) kavramına dayanan bir strateji sonucu oluşacak teokratik bir tehlikeden söz etmektedirler. Ama hasmın zor kullanmaktan ziyade uzun vadeli (protracted), ikna ve fikir mücadelesi yolunu seçmiş olması gibi bir durumdan söz ediyorsak kurumsal ve yasal yolları zorlamak daha da anlamsızdır. Böyle koşullar altında verilecek en akıllıca mücadele biçimi fikri mücadeledir. Birlik ve güvenlik acil bir mesele değilken bunu gündeme getirmekte israr edenlerin, uzun vadede birlik kavramını kaybetmeleri ve tam da bölen durumuna düşmeleri olasılığı güçlenir. Takiyye kavramı açısından şunu da ekleyelim: demokratik bir tartışma ortamında karşınızdakinin gerçek niyetinden söz ederek maskesini düşürmeye veya retoriğini bozmaya çalışabilirsiniz.
Ama bunun ister istemez demokratik bir sınırı olmak zorundadır. Bir tartışmada sadece hasmın kötü niyeti üzerine konum oluşturmaya kalkarsanız uzun vadede kaybedersiniz; benzer biçimde, yasalar da insanların niyetlerine varmak için kanıt sorarlar.

Kör nokta

Yukarıdaki bir noktaya dönelim. Karşımızda böyle bir toplumsal olgu varsa, türbana karşı olan, bunun kadınların özgürlüğünün, bireyselleşmesinin önünde bir engel olduğunu düşünenlerin de, kendi ilkeleri ve programları açısından bir yerlerde hata yapmış olabileceklerini, yani kendilerini sorgulamaları mantıksal bir gerekliliktir. Bu konuda karşı tarafın, yani türbandan yana olan Türk liberallerinin bir hayli insafsız ve yüzeysel eleştiriler yaptığı kanısındayım. Kemalizmin ne kadar özgül ve karmaşık bir tarihsel oluşum olduğu gözardı ediliyor ve Türk devrimi maalesef basit bir yaklaşımla "yanlış yapılmış" bir devrim gibi alınıyor. İnsanın hangi devrimin doğru yapıldığını sorası geliyor... Ne çabuk unuttuk, bu toplumun tarihinde Mustafa Kemal'in bir imparatorluğu terk etme cesareti gösteren tek erkek olduğunu? Bazı liberaller, eğer Türk laikliğinin Fransız yolunu (devleti dinden korumak) değil de Amerikan yolunu (dini devletten korumak) tercih etseydi daha iyi olacağını ileri sürmektedirler. Elbette böyle
olsaydı türban yasal anlamda bir sorun olmaktan çıkabilirdi. Ama tek
sorun yasallık değil; asıl sorun, demokratik zihniyetin ve öznelliğin gerçekleşmesi. Soruna yaklaşırken, en azından daha dikkatli hareket etmeli ve neyin buraya özgü olduğu konusunda daha analitik davranabilmeli.
Zorunlu olarak buraya özgü olmayan, zaten 20. yüzyılın gelişiminin ortaya çıkardığı bir iki noktadan söz edebiliriz. Bunların en başında, dinin değişen konumu geliyor. Metropol ve çevre ülkeleriyle tüm dünyada, özellikle son 50 yılın deneyimi gösterdi ki, Aydınlanma düşüncesiyle gelen dinin kamusal yaşamdan çıkarılarak özel yaşama itilmesi projesi tam anlamıyla çalışmadı. Özel yaşama kapatılan, sadece bireyin inancına ait bir mesele gibi alınan din kamusal hayata geri geldi ve dinin bu dönüşü genellikle "fundamentalist" hareketler biçimini aldı. Burada hatadan ziyade Aydınlanma düşüncesinin kör noktasından söz etmeliyiz. Aydınlanma, siyaseti insanın kendini yönetmesi, yani akla uygun olarak özerklik diye almış, siyasal işleri mutlakçı bir iman eğilimi taşıyan dinden ayırarak dini özel hayata sınırlamıştı. Laiklik böylece aşkın ve mutlak olana karşı bu dünyaya ve deneyime bir dönüş gibi ortaya çıktı. Ama, paradoksal biçimde, 20. yüzyılın deneyimi gösterdi ki, laiklik insani deneyimin "aşkınlık" ile olan ilişkisini koparamıyor örneğin bizzat "akıl" tam da böyle bir aşkınlık oluşturabilir. Dinin dönüşü, son çözümlemede, Aydınlanma'nın aşkınlığa ilişkin kör noktasına, bilgi ve inancın çifte bağı diyebileceğimiz şeye bağlanabilir. Aydınlanma'nın eleştirel gücü tüm karanlığı ortadan kaldırma fantezisinde değil, tersine kör noktasız bir varoluşu sorgulayan ve açık bir düşünce oluşturabildiği noktada olmalı.
Tabii, dinin bu "fundamentalist" geri dönüşü, sömürge sonrası ulusçuluğun toplumsal sorunları çözemeyerek krize girdiği Müslüman Üçüncü Dünya ülkelerinde İslamiyet'in siyasallaşması gibi özgül bir oluşuma yol açtı.

Kaynak: Radikal