İslamcılardan ne isteniyor? Onlar kapalı rejimlerin sahte çok partililiğine mi asimile edilmelidir? Siyasi liberalleşme süreçlerine mi dahil edildiler? Öldürüldüler mi? Yirmi yıldan beri bu soru önce Arap elitler için, sonra Müslüman elitler için, 11 Eylül 2001’den itibaren ise tüm dünya için azap olmuştur.
Radikal bir yaklaşım olarak şiddet, radikalleri aşırılaştırmak dışında bir işe yaramadı. Bir mücahidi mağduriyet ideolojisini güçlendirirken katletmek, sadece onun yöntemlerini doğrular ve onun şehit olmasına vesile olur. Batı düşman haline gelir, tabii onun demokrasisi ve kuralları da. Bir reaksiyon olarak, İslamcılık “çözüm” olur, tıpkı Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin sloganı gibi. Dünyanın İslamcılık vizyonu haklı hale gelir. Onun propagandası, Batı’nın Haçlı Seferleri’nde öldürülen kurbanların fotoğraflarıyla desteklendiğinde hakikate dönüşür.
Bir mücahidi öldürmek, demokraside bir gedik açarak onu medeniyetler çatışmasına dönüştürmektir. Bu hareket o mücahidi ebedi kılar ve onun günahlarının bağışlanmasını sağlar. Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah El-Sisi’nin politikaları, bu seçimlerin nasıl bir çıkmaza yol açtığını gösteriyor: Baskı, daha fazla radikalleşmeye tasdik olarak hizmet ediyor, yeni mücahitlerin takviyesini teşvik ediyor ve böylece çatışma döngüsü tekrar ediyor.
Başka bir yaklaşım daha var, o da radikal İslamcıları ortadan kaldırmak ve ılımlı olanları asimile etmek. 90’larda otoriter askeri rejim ile radikaller arasında yaşanan savaşla yıpranan Cezayir’de, mevcut (ve ebedi) başkan, bunu “uzlaşma siyaseti” olarak adlandırıyor. Düşünce basit: Diğerleri başka bir yol sunarken, adli af ya da kontrol edilebilir ve sınırlı manevra alanı bulunan, “ılımlı” İslamcı siyasi partileri tolere ederek, en şiddetli unsurların bulunduğu havuzları boşaltın.
Mefhum değerli fakat hakikate tercümesi bozuk. “Uzlaşma” genellikle inatçı rejim ve İslamcılar arasında bir anlaşmaya dönüşüyor ve birlikte ilerici elitlerin taleplerini demokratikleşme için engelleyerek toplumu hareketsiz kılıyorlar. Rejim, petrol kaynakları veya stratejik konumundan kaynaklanan bozuşmayı yönetirken, İslamcılar sokak, kamusal alan, toplum ve ahlakı yönetiyor. Bu düzenleme, halkın daha inançlı ve iman ve ibadeti ile daha ilgili dindar kişiler haline getirme eğilimiyle, ekonominin canlanması, bağımsız yargı ve bağımsız seçim demek oluyor. Cezayir’de, her yerde olduğu gibi, alkol kullanımına izin veren kanuna ya da ahlaksız görülen bir filme karşı protesto yürüyüşleri yapmak alışılmıştır, yolsuzluk veya kötü yönetim karşıtı gösteriler ise son derece nadirdir.
İslamcıların karşısında, demokrasi diktatörlüklerin kurnazlıklarıyla sıklıkla engellendi. O dönemde internetin olmayışıyla gizli kalmış olsa da, Cezayir 90’larda bunu tecrübe etmişti. Mısır’ın büyük ölçüde kızağa çekilmiş demokratlarıyla yaşananlar, İslamcılar ile ordu arasındaki bir döngü içerisine sıkışıp kalmış çatışmalar bugün yaşananlarla eş düzeydedir. Mısırlı yazar Alaa Al-Aswany, eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi hakkında söylediği “O, demokrasiyi İslami rejimi kurma yolunda bir atlama taşı olarak kullandı” ifadesiyle, demokrasideki kaygıyı ve diktatörlüğün acısını ele aldı. İlerici seçkinlere sunulan trajik seçim ya teokrasiye teslim olunması ya da korunmak için askere yalvarmaktı.
2010-2011’de protestolara ev sahipliği yaparak birçok Arap ülkesinde başlayan ayaklanmalara ilham kaynağı olan Tunus, üçüncü bir yol ihtimalini önererek davayı ele almış olacaktı: Kırılgan olsa da İslamcı elitler ve ilerici seçkinler arasında bir uzlaşma. 2011 seçimlerini diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’ye karşı kazanarak ülkeyi terk etmesini sağlayan En Nahda Hareketinin lideri Raşid El-Gannuşi sendikalardan, merkezcilerden, milliyetçilerden ve ilericilerden gelen tazyike karşı koyamamış, ulusal çıkarlar adıyla diyalog politikası benimsemiştir. Bir Fransız gazetesine verdiği röportajda Sayın Gannuşi, Müslüman dünyasında İslamcıların sertlik yanlısı geleneği kırışını şöyle açıkladı: “Evde güzel olan ne varsa, üzerine yıkılan o olmuyor mu?” Bu itiraf, Mursi’nin devrilmesinden birkaç ay sonra geldi.
2014 yılında En Nahda gönüllü olarak iktidardan çekildi ve onun yerine yenilikçi bir formüle dayanan bir hükumet ortaya çıktı: seçim çoğunluğunu gölgede bırakan bir elit konsensüs. Bu demokratik açıdan bir sapkınlık olsa da, istikrarın sağlanması ve şiddetten sakınmak için geçerli bir yoldu. Ve görünen o ki bu nedenle Nobel komitesi, bu girişimi yönlendiren Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’ne prestijli Barış Ödülü’nü vererek ödüllendirmek istedi.
Tunusluların yolu, bir Arap çözümü mü, küresel bir çözüm mü, bu dikkatle değerlendirilecektir. Bu seçeneğin olması için bir ülkede ya zayıf rejime, ya diktatörlüğün yıkılmış olmasına ya da aşırı radikal olmayan veya en azından dünya hâkimiyeti açısından kendi heveslerine karşı sabırlı olan İslamcılar lazım. Tabii başka şartlar da var: güçlü bir orta sınıf (karşıt partizan akımlar arasında kendi çıkarlarına karşı savunmak adına tarafsız davranmak için); petrolün olmaması (çünkü petrol gelirleri hükumetleri vergiler olmadan da hareket edebilmelerini sağlıyor ve uzun vadede vatandaşlarına karşı sorumluluk yüklemiyor); küçük yabancı fon (bağımlılık oybirliği anlamına gelebilir. Tıpkı Rusya ve İran tarafından Suriye ile olduğu gibi); apaçık etnik ya da mezhepsel gerilimlerin olmaması (Irak ve Yemen’in aksine); ve çok güçlü olmayan ordu (Mısır ve Cezayir’in aksine).
Tunus örneğinin tekrar etmesinin pek muhtemel görünmediğine dair uyarılar var. Eğer Nobel Barış Ödülü bütün dünyayı ilgilendiren “İslamcılardan ne isteniyor?” sorusuna mercek tutarsa, genellenebilir bir çözümün şansı az olur. Tunus bir modelden ziyade, benzersiz bir durumdur.
Kaynak: New York Times
Dünya Bülteni için tercüme eden: Caner İlker