Geçmişte karşılarına geçip , 'PKK'de, Kürtler de biraz haklı galiba, bunu artık
anlayın' diyemeyeceğiniz adamlar ve kadınlar, PKK'yi günahı kadar sevmeyenler,
şimdi PKK'ye dönüp 'savaşmaktan başka çaren kalmadı, savaşmazsan bu iş bitiyor',
diyen yazılar yazıyorlar.
İçlerindeki AK Parti nefreti onlara, bu hükümetin gitmesi için, Kürt savaşının
devamından başka çare kalmadığını söylüyor çünkü. Buram buram ölüm kokan siyasi
sürecin bitmesini hiç istemiyorlar. Bütün hesapları, AK Parti gidinceye kadar
Kürtleri dağda ve savaşın içinde tutmak. Bunun için şiddete karşı söylenebilecek
her sözü hükümsüz kılmaya çalışıyor, ellerinden geleni yapıyorlar. AK Partinin
politikaları değirmenlerine su taşıyor. Hükümet, kurulan tuzağın farkında bile
değil.
Ya da, bu tuzaklardan kurtulmak için halka değil, dış müttefiklerine güvenmeyi
tercih ediyor.
Amerikalıların biri geliyor, biri gidiyor. Yakında Barzaniler de gelip giderse
hiç şaşmam.
Oysa Türkiye'nin Kürt sorunu ne AB'nin ne ABD'nin ve ne de Güney Kürdistan'ın
gündeminde değil. Umurlarında da değil. Her üç kesim de bekle-gör politikası
izliyorlar.
Beklerken, PKK liderlerinin, olmayan mal varlıklarını Amerika'da dondurup,
ertesi gün 3,5 milyar dolarlık Skorsky ihaleleri almayı da ihmal etmiyorlar.
Kürtlerin payına da sınır ötesinde, Türk gençlerinin katlettiği ölülerini
toplamak düşüyor.
Evlenip balayına çıkmayı bekleyen Türk kızlarına ise, bilmedikleri, belki de
hayatlarında hiç görmedikleri topraklarda 'şehit' düşen sevgililerinin bayrağa
sarılı tabutu geliyor..
Yurttaşlarının sınır ötesini geçip dağlarda evlatlarının ölü bedenlerini aradığı
bir ülkede ve nişanlısını beklerken, ölüsünü karşılayan genç kızların yaşadığı
bir memlekette, hükümetler, eli kolu bağlı, olup bitenlere seyirci kalmaz,
kalamaz...
Bir ülkenin yurttaşları, ölülerini sınırı geçip arıyorlarsa, sözün bittiği
yerdeyiz demektir.
Genel Kurmay'a dönüp bu ne iş demeye hakkımız yok bence.
Askerler, memleketin dağlarında eli silahlı başka insanlar istemiyor ve gördüğü
her yerde bu insanları katlediyor. Bir şey daha var belki. Balyoz ve Ergenekon
davalarının rövanşı belki de o dağlarda alınıyor. Peki bu durumda bir hükümet,
bu olup bitenlere müdahale etmeden, seyirci kalır mı, kalabilir mi?
Demeçler vermek, Batılıları 'terörle mücadeleye' davet etmek, söylenen yanlış
sözleri tamir etmek için Bülent Bey'i Diyarbakır'a göndermek politika mı?
Tuhaf zamanlardan geçiyoruz ve doğrusu dağdaki savaş ta, ovadaki mücadele
yöntemleri de gittikçe tuhaf bir hal almaya başladı. Referandumdan önce de
gördük, Hakkari'de bir mağaraya sığınan 9 gerilla çatışmaya mahal kalmadan
öldürüldü. Şimdi de, Dersim'de yedi, sınır ötesinde ve Uludere'de 12 kişi daha
Hakkari'yi hatırlatan bir biçimde ve peş peşe katledildi. Bunlar birer katliam
örnekleri, başka bir şey değil, 'karşılıklı mukatele' hiç değil.
Kürt şehirlerine cenazelerin gitmediği bir gün bile yok.
Bu operasyonlarda herhangi bir zayiatın olmadığı yolunda Genelkurmay açıklama
yapıyor.
Kimse de ölmesin, gençlerin canı yanmasın, ocaklar sönmesin, zayiat da olmasın
tabi.
Ama bu tuhaf süreci hükümet vatandaşlarına izah etmekle mükelleftir.
Açıkça bilmek zorundayız, hükümetin gücü operasyonları durdurmaya yetmiyorsa,
yetiyor da gerekli görüyorsa-ki öyle anlaşılıyor- bambaşka bir durum çıkar
ortaya.
Üç hafta sonra seçim yapılacak. Ortalık cesetlerden geçilmiyor.
Sivil itaatsizlik çadırlarına taarruz üstüne taarruz düzenliyorsunuz, ama bir
yandan da, taziye çadırlarını çoğaltıp duruyorsunuz. Böyle politika olur mu?
Bu durumda seçimden bir şey beklemenin anlamı var mı Allah aşkına?
Her gün, her saat, her dakika ölümü düşünen bir halk, hayatının dörtte üçü
taziye çadırlarında geçen bir halk, seçimi ne yapsın?
Kim hangi siyasetçi böyle bir halk tabanının karşısına geçip barış adına,
gelecek adına bir çift laf edebilir.
Nitekim edemiyor da..
Bu savaşta hayatını kaybetmiş binlerce gencin kanıyla, canıyla beslenen bir
ulusal psikoloji giderek güçleniyor. Maalesef, bu ulusal psikolojiyle, ' intibak
sorunu yaşıyor adamcağız' diyebileceğimiz bir tek politikacısı kalmadı biz
Kürtler'in..
Şerafettin Bey, Diyarbakır'a uzanan dili, eli kesmekten bahsediyor..
Sevgili Altan Tan, Kasımpaşa kriterlerine karşı, Hançepek kriterleri değil de,
Bagok, Cudi dağı kriterleri diyor.
Velhasıl bu gidiş gidiş değil, bu yol, yol değil.
Bu kötü gidişatı durdurmak her şeyden ve herkesten önce hükümetin görevidir.
Bilmediğimiz hakikatler varsa, savaş lobilerine karşı durulamıyorsa onu da, bu
hükümetten öyle her yöne çekilen demeçlerle, 'siyasi rakip BDP'yi' köşeye
sıkıştırmayı hedefleyen o bildik sözlerle değil, samimiyet ifade eden, güven ve
umut aşılayan ve toplum olarak arkasında durabileceğimiz mertçe söylenmiş
sözlerle duymak hakkımızdır.
Söz konusu olan hepimizin geleceğidir çünkü.
Kıbrıs'tan yazıyorum bu yazıyı. Yakın Doğu Üniversitesine misafir oldum hafta
başında. Sınırötesinden ceset toplayan insanları görmezlikten gelemedim,
Kıbrıs'ı yazmak haftaya kaldı bu yüzden.
Geçen hafta Mardin'de, beş dilde sunumun yapıldığı sempozyumdan umutla çıktım.
Toplumun kendi içinde bu kadar açık bir diyalog geliştirebildiğini görmek ve
empati kurabildiğine tanık olmak duygusu içimi umutla doldurmuştu.
Artuklu Üniversitesinin salonundan çıkıp otel odasında, televizyonu açtığım
anda, sınır ötesini aşıp gelmiş, omuzlarında cenazelerle yürüyen insanları
gördüm.
Onlar yürüyor, askerler onları durdurmak için havaya ateş açıyorlardı.
Bu manzara Türkiye'nin aynasıdır, bu aynaya bakmayı bilmeyen hiçbir
politikacının, partinin veya hükümetin geleceğimizde söz ve karar sahibi
olmaması için, içimden Allaha dua ediyorum..
Kaynak: Taraf