Necip Fazıl, Cumhuriyet’in agorası konusunda umutsuzdur; bunu yazımın geçen hafta yayımlanan kısmında vurgulamıştım. Agora çürümesinden en fazla kadının etkilendiğinden de kuşku duymuyor. Koruma kaygısı, “kurtarma” temasını öne çıkarıyor. Türk kadının “agora” denilen cemiyet meydanındaki halini tasvir ederken “göz zinası”nın sebep olduğu çürümenin altını çiziyor.
İhtişamlı metaforlarla bezeli diliyle derme çatma bir kamusallık ve zorlama toplumsallık içinde kadın varlığının yaşadığı çarpılmayı tasvir ediyor. “Kadını kurtarınız” başlığıyla 1967’de kaleme alınmış yazısı, gardrop devrimciliği ve modernliğin baskıları karşısında derin bir kaygı halini yansıtıyor. Modern, medeni olmak mini etek giymekle mi sağlanacaktır? Mevcut medeniyet hedefinin aynası ve savaş alanı olan agoraya güvensizlik yazısının son cümlesinde şu şekilde tecessüm ediyor: “Türk kadınını, yüzünden başka her yerini örterek, kümes kaçkını tavuklar gibi evine iade etmeden hiçbir işe başlanamaz ve hiçbir mevzu konuşulamaz.” (Başmakalelerim 3, sf. 186, Büyük Doğu Yayınları, 2006 İstanbul)
Söz konusu ettiğim yazının ilahiyat fakültelerinde başörtüsünün yasaklandığı, Şule Yüksel Şenler’in sayısız davaya konu olan gazeteciliğinin toplumsal etkilerinin duyulduğu, gecekondu mahallelerinde “modern hayat kursları”nın açıldığı, bazı kadın derneklerinin “çarşafla mücadele” ve “çarşaflı kadınlara manto hediye etme” kampanyaları düzenlediği ve ulusalcı basında mini etek tarzındaki giyim kuşamın bazen ilericilik sembolü olarak gösterildiği bir dönemde yazıldığını hatırlamak gerekiyor. Ancak NFK 1940’lı yıllarda da kadının evine dönmesini bir kurtuluş olarak açıklayan yazılara imza atıyordu. Benzeri bir açıklamayı koruması, mevcut agora konusundaki umutsuzluğunun artarak sürdüğünü gösterir. Oysa Şule Yüksel’in kamusal misyonu gibi Hatice Babacan’ın başörtüsünün sebep olduğu boykot da tesettür mücadelesinin –hele ki dönem itibarıyla- bir kamusal alan meselesi olduğu konusunda fikir veren gelişmelerdir.
Onun agora umutsuzluğu mütedeyyin kesimlerde kendini duyuran agorafobinin atıf kaynaklarından biri olmaya devam etmektedir. Kimi bağlıları ve takipçileri, kadınların kurtuluşunu evlerine dönmesine bağlayan çağrısını, kadınların hayat alanı konusunda mutlak bir kural gibi benimsediler. Metin Önal Mengüşoğlu’nun “Öptüm Kara Gözlerinden” başlığını taşıyan denemeler kitabı İslami kesimlerde kadının ev hayatındaki yalnızlığı ve kamusal “görünür görünmezliği” konusunda ilginç özeleştiriler içeriyor. İsmail Kara’nın kadınlarla ilgili meselelerin Müslüman erkeklerin geleneğin kendilerine verdiği imtiyazları sahiplenirken sorumlulukları üstlenmeyi sürdürmekten kaçınmaya başlamalarından bağımsız tartışılamayacağına dair tespiti de süreci okumak açısından kayda değer.
Kadının “sır”lı varlığına atıf, böyle bir varlığa dönük vurgu iştiyakı belki de bu alanda gerçekleştirilmesi ciddi bir çaba ve sorumluluk isteyen bir görme biçimine henüz cesaret edememekten de ileri geliyor. Adeta “kasap dükkanında sergilenen et” teşbihinin duyurduğu iğrenmeyle baş etmenin bir yolu gibidir, kadının sırlı ve esrarlı “meleksi” varlığına duyulan inanç. Soyut kadın sevgisi ve saygısı bazen zihni konforun bozulmaması için abartılırken gerçek hayatın önemli taleplerini kaba bir genellemeye kurban edebilmektedir.
Gelgelelim NFK bu alanda sürdürdüğü eleştirilerle kadın meselesini tamamen sırlı perdelerin gerisine iteliyor da değildir. Kadına o denli yüksek bir misyon biçer ki mevcut agora o yerin yanına yaklaşamayacağı için –herhalde geçici olarak- kadının ev mevziine çekilmesi bir zorunluluğa dönüşmektedir bakışında.
NFK yeni agoraya mesafesini, nevzuhur ünvanlara dönük yergileri ve bu ünvanların ironi yüklü kullanımlarıyla da bildirmektedir. Halide Edip “Bayan”dır, fakat Samiha Ayverdi’den “kadın muharrir” diye söz eder. Neyyire Ertuğrul, sanatında cinsi cazibesini kullanmadığı için övgüye değerdir nazarında. Ondan, “Türk tiyatrosu manzumesinde, kadınlığının herhangi bir servetine dayanmadan, sadece san’at ve irfanına istinad eden ilk ve yegâne sanatkâr kadın” diye söz eder.
Benzeri övgüye değer tecrübelerin eve dönüş seferberliği sırasında nasıl canlı kalacağı anlaşılmaz. Toptan reddiye sonraki dönemlerde etkisini hissettirecek olan çekirdek aile eleştirilerini hatırlatır. NFK’nın agora reddiyesi bir yanıyla elbet kapitalizm eleştirisinden bağımsız değildir. O geleneksel ailenin sıcaklığını koruduğuna inandığı evi kapitalist ya da komünist ideolojilerde tezahür eden maddi medeniyetin cinsleri yozlaştıran ve aileyi dağıtan etkilerine karşı kadın ve aile için bir kurtuluş imkânı olarak görmüştür. 68 eylemlerinde ise çekirdek aile, kapitalizmin yabancılaştırıcı etkisiyle eleştiri konusu edilecekti.
Aşina ünvan, güven uyandıran yuvanın şifresi sayılır. Neslihan Kısakürek “Eski Hanım” başlıklı yazısında şunları dile getiriyor: “Bir zamanlar bir Türk kadını örneği vardı. Adı “küçük hanım”dı, “hanım”dı, “hanımefendi”ydi.”
O değerli hanımın varlığının eviyle ve ailesiyle ilişkisinde temayüz ettiğini, onu ailesinden, yuvasından kopartan her faaliyetiyle değerini pekiştiren “hanım”ın beceri, zarafet, şefkat ve estetik maharet alanında silikleşmeye başladığını anlatıyor yazı. “Evimiz” başlıklı bir diğer yazıda ise bu durum “facia” olarak nitelendiriliyor. Özel alan dağılırken kamusal alan bütün bilinemezliğiyle birlikte korkutucu gelen iddialarla yapılanmaktadır.
NFK çok köklü bir mesele olan kamusallığın mütedeyyin kesimler açısından nasıl bir imtihan alanı olduğunu seziyor, bununla bağlı olarak eksik ve problemli kalan muaşeret adabına dikkat çekmeye çalışıyordu. Neslihan Kısakürek Büyük Doğu’nun Kasım 1945’de yayımlanan ilk sayısında kocasının ondan mecmuanın iki köşesinde yazmasını istediğini belirtir: “Muaşeret Edebi” ve “Ev ve Kadın”. Bu ilk sayıda Neslihan Hanım Suadiye tramvayının kalabalığında kadınların sebep olduğu izdihamdan yakınıyor. Belli ki çoğu kadının gereksiz yere tramvaya bindiğini düşünmektedir. Oysa kendisi de o tramvaydadır işte!
BD’de muaşeret edebine has bir köşe açılması iki yanlı bir anlama ve öneme sahiptir: NFK Batı’yı tanıyan Müslüman bir sanatçı ve eylem adamı olarak başka türlü bir agora, apayrı bir kamusallık tasarımının öneminin farkındaydı ve bunun muaşeretini arıyordu. Sanki onun idealindeki agoraya günün birinde işte bu muaşeretin tesisiyle ulaşılabilirdi. Gerçi bu muaşeretin nasıl geliştirileceği sorusunun cevabı müphemdir. İktibas muaşeret listelerinden rahatsızlığını yansıtır NFK, ancak aynı zamanda din adına “ham softa” diye tabir ettiği kişileri hal ve hareketleriyle eleştirmekten geri durmamıştır.
BD’nin 13. sayısında Muaşeret Edebi köşesinde kadın-erkek takdimlerinde yapılan yanlışların çirkinliğinden dem vuruluyor. Mesela dünyanın hiçbir yerinde- genç kızlar müstesna- kadının erkeğe takdim edilmediği belirtiliyor. Benzeri, dünyanın her yerinde geçerli sayılan kaidelerin selim akılla ve kendi ruh ve terbiye köklerimize göre muhasebesinin ve doğruluğuna nüfuz edilmesinin önemi vurgulanıyor. Dini ve geleneksel değerlerin göz ardı edildiği bir muaşeret adabı kamusal alana yabancılığın akla ilk sebeplerinden biridir ve bu yüzden de “modern” muaşeret kurallarının anlaşılma kusurları ulusal kamunun başlıca sorunlarından biri olmayı sürdürmektedir. (Nitekim, 12 Eylül Darbesi’nin ardından Milli Güvenlik Konseyi’nin yayımladığı muaşeret kitapçığında kadın ve erkek arasında görülen yanlış anlaşılmış, Batı muaşeret adabıyla uyumsuz takdim usulleri üzerinde durulmuştur.)
BD’nin kadınlar için hedeflediği salim, geliştirici ortam ve imkânlar, somut hayat eleştirisinin büyük genellemesi nedeniyle yer yer belirsizleşmektedir. Anadolu göçünün kadınları hatta aileyi nasıl etkilediğine dair önemli ayrıntılar bu eleştiride hak ettiği yeri bulmaz. “Beyoğlu Sineması önündeki tuhaf hal ve hareketleri olan genç kız” gibi örnekler üzerinden sokak korkusunu derinleştiren tasvir ve tespitler sürer gitmektedir. Yabancı, sahte ve ayartıcı kamusal alanın erkekler için de problemli olduğunun düşünüldüğü muhakkak. “Muaşeret Edebi” köşesinde Neslihan Kısakürek zaman zaman genç erkekleri giyim, hal ve hareketlerini konusunda eleştirdiği paragraflara yer vermiştir. Bu paragraflardan birinde gençler şu olumsuz hal ve hareketler konusunda uyarılırlar: 1) Tam temizlik. 2) Tam sıhhilik. 3) Tam hicap ifadesi. 4) Âlayişsizlik. 5) Züppeliğe aykırılık. 6) Çapkınlık ifadesine aykırılık. 7) Başıboşluk ifadesine aykırılık.
Gerek NFK, gerekse Neslihan Kısakürek’in arka planında konağı andıran geniş imkânlara sahip mekânlar ve kalabalık ancak dağılmakta olan ailelerin hüznü bulunuyor. NFK’nın eve dönme hamlesiyle yetiştiği konağın maziye karışmasına izin vermeyecek bir geleceği çağırmaya çalıştığı da söylenilebilir. Her kadının bir erkek ya da kurulu bir çatı tarafından himaye edilebileceği kabulüyle kadınları evlerine dönmeye çağırmaktadır ne de olsa. Birçok kadının genellikle zor ve güvencesiz şartlar altında çalışmaya mecbur olduğu, büyük şehirlere göçle birlikte bu mecburiyetin daha da katılaşmasına yol açan bir evreye geçildiği gerçeğini paranteze almayı tercih etmiştir. “Erkek” kamuda süren mücadele sanki sadece erkekleri yıpratmaz, yozlaştırmazdı.
Beri taraftan “sır” ve “esrar” vurgularına karşılık NFK’nın kadınlara muhafazakâr kesimlerde alışıldığı gibi büsbütün bir mücevher gözüyle baktığı da söylenemez. Kadının toplumsal sorumluluğundan kuşku duymamaktadır çünkü. Eve dönüş bu sorumluluğun sağlam bir şekilde ifasının çaresidir. Bu anlamda kapitalizmin özel alan/kamusal alan ayrımı üzerinden oluşturduğu plana karşı farklı, İslami değerleri aktif kılmayı önemseyen bir başka tasarımı tasavvur etmeye çalıştığı söylenilebilir. Ancak kadının bu tasarımdaki yeri konusunda düşünceleri berrak olmaktan uzaktır. Dönemsel filmlerin yansıttığı tema kısır döngüyü özetler: Sokak kadın için bir batak olabilir, kadın sokaktan uzak durmalıdır. Evler eski evler değilse, gerekli derinliği ve çoksesliliği sağlayan kaynak, kadınların tamamen açığa çıkmamış özel alan bilgileri ve maharetleri olacaktır. Bu umut yeniden sır ve esrar yüklü kadın idealine dönmeyi kaçınılmaz kılacaktır.
Bununla birlikte gerek BD yazıları, gerekse de kitaplarıyla oluşturduğu eleştiri ve muhalefetin mütedeyyin kadınları özel ve kamusal hayatlarında cesaretlendiren bir etkisi olduğu söylenilebilir. Aristokrat terbiyesine karşılık “halkın benimsemesi” ilkesini öne çıkarması önemlidir. (BD, 22 Şubat 1946) Aydının rolünü işte şöyle tarif etmektedir: “…bir cevherin halktan alınarak yine halka teklifi vazifesi.” (Aynı yer.)
NFK’nın kadın meseleleri alanındaki düşüncelerinin dönemindeki Müslüman fikir adamlarına göre daha bir çözümlemeye dönük olduğu söylenilebilir. Eve dönüş çağrısı yanında kadınların kamusal varlık edinme ve meslek sahibi olmasına dönük teklif ve tespitlerden geri durmamıştır. Hiç görülmeyen mütedeyyin kadınları, onların gündeme alınmamış bazı meselelerini gördü. Onlarla ilgilendi, onların hesabına düşündü. Mütesettir kadınların görünüş ve hayat tarzlarını çirkinleştirmeye dönük gelenekselci ve ulusalcı baskı ve yargıları şiddetle eleştirdi. Ancak mütedeyyin kesimin agorafobisinin kadın varlığına yüklenmesine izin veren bir idealleştirmeyi de sürdürdü. NFK metinlerine göre eve dönüş kadın için bir milat olacaktır; ne var ki evdeki kadına –tesettürün gösterdiği toplumsal/kamusal boyuta rağmen- yüklenen agorafobinin bir çözümlemesi söz konusu edilmez. Yoksul, işçi, göçmen, dul kadınların evlerine çekilme şanslarının tartışıldığı da söylenemez.
Kadınlar konusundaki idealize eden ve genelleyen yaklaşımı, vasiyetnamesinde yer alan kadınların cenaze törenine gelmemesine dönük talebiyle birlikte nasıl yorumlanabilir acaba? O hep bir zamanlar içinde bulunduğu “modern ve çağdaş” hayattan İslam’ın tanımladığı bir hayata (çok sesli bir konağa) dönmeyi esas alan bir serüveninin içindeydi ve kadınlar konusunda da hayattan yükselen eleştiriye kulakları nispeten açıkken, aynı zamanda kadın meselelerini ikincil görmenin tabiileştiği eril bir tona sahip geleneksel külliyatın ayrıntılarına dönmeyi sürdürüyor olmalıydı.
Yine de onu seven okuru kadınlar, başörtülü öğrenciler cenaze törenine katılmaktan kendilerini alamadılar. Giderek sağ/muhafazakâr bir çizgide yorumlanabilecek yorumlarına karşılık en güçlü metinlerinde seslendiği insanları sadece İslam’a itaate çağırması karşılıksız kalmadı. Kimseye, hiçbir şeye değil de İslam’a itaate dönük vurgusuyla bir sorgulama, eleştiri ve başkaldırı alanının oluşmasına katkıda bulunduğu söylenebilir.
Bugün mütedeyyin kesimler agora korkusunu neredeyse aşmış bulunuyorlar. Ancak bu agorada meşruiyetleri, muaşeret problemleri nedeniyle hâlâ yer yer bulanık.
1990’lardaki gözlem ve okumalarıma dayanarak “Bacıdan Bayana/İslamcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi” isimli bir kitap yazdım. NFK “Bacı” ve “Bayan” unvanlarından hoşlanmazdı. Aristokrat ve seçiciydi. “Kadın”, “hanım” ve “hanımefendi”den yanaydı. Neslihan Kısakürek “Yeni Bayan” başlıklı yazısında başlığın kastettiği tipin uyumsuz bulduğu mizacını işte şöyle tasvir ediyordu: “Öyle ki tamamiyle dış yüzünden bir garp hayatı kopyacılığı dışında bu bayan öz nefsine ait gerçek şahsiyet, hususi zevk ve milli mana ifadelerinin hepsini kaybetmiştir. Geçmiş zaman içinde, kalbur saman içinde meşhur İngiltere Sefiresi Lady Montegü’yü hayran bırakan dilber Fatma’ya karşılık acaba yeni bayan İngiltere sefiresine ne ilham edebilir?” (BD, sayı 5)
Kuşkusuz yukarıdaki paragraf döneminin kıstas ve kıyaslamaları, nispetleriyle okunmalı. Mesela İngiltere Sefiresi’nin beğenisini ölçü olarak almak ve Müslüman Türk kadınının değerli şahsiyetini ise Lady’nin “Dilber Fatma” hayranlığı, övgüsü üzerinden hatırlatmak şimdi bize öyle anlamlı gelmiyor. Bununla birlikte metinde yer alan “bayan” eleştirisi, plastik ünvana dönük erken tepkinin zaman içinde izlediği seyrin okunmasında değerli bir kaynak.
Şimdilerde agorafobinin baskısından, kısıtlamalarından kurtulmuş gözüken mütedeyyin kadınlar mevcut agoranın her türlü tonu ve ifadeyi bünyesinde eritmeye müsait görünen renksiz ünvanı “bayan”la çağrılıyor, mütedeyyin kadın ve erkekler de bu ünvanı benimseyerek ya da sorgulamaksızın kullanıyor.
Kurtarılmanın özgürleşme anlamına gelmediğini söylüyordu Şeriati. Abdullah Cevdet gibi Batıcı Osmanlı aydınları Müslüman kadını kurtarmak istiyordu. Mustafa Kemal bu kurtarışı uygulamada bir mesafe katetti. Yeterli olmadı. Ulusal agora kadının sürekli bir kurtarılışın içine itilmesini gerektiriyordu adeta. Ulusçu kamusal alan aslında kadın varlığını özgürleştirecek yerde vitrinlik ya da erkek nazarı açısından tarifleri mutlaklaştıran bir tasarıma sahipti.
NFK’nın ulusalcı kamusal alan konusunda gerektiği ölçüde bir eleştiri geliştirememiş olmasının sebepleri, kuşkusuz kendi döneminin agorafobiye yol açan sebepleri bağlamında açıklanabilir. Mevcut agora Osmanlı döneminden kopmanın bir gereği olarak da kadın varlığını kendinde görünür ve aktif kılmayı önemsemekteydi. Gelgelelim başka türlü bir yapısal devrim yaşamaya hevesli ve yetkin olmadığı için kadının katılımını, onu erkekler gibi davranmaya sevk eden görünür ve görünmez kurallara bağlamıştı. Aksi takdirde kadın nahifleşir, vereme yakalanır, düşer, düşkünleşir, sokaklarda çakallara yem olurdu.
İşte bu baskın algı ve kabullerin ortaya koyduğu ihtiyaçlar, mecburiyetler ve kabuller nedeniyle İdeolocya Örgüsü’nde kadın bir yandan eve dönmeye teşvik edilirken, diğer yandan güçlü, donanımlı, yapıcı, zamanına müdrik, “mananın fikir ve gaye sembolü” olma liyakatine haiz bir temsile çağrılıyor. Bu çelişkili çağrıların sorunlarını çoğumuz zihin dünyamızda ve uygulamada hâlâ aşabilmiş değiliz. İslamcılık kadının kamusal varlık talepleri üzerinden de yükselen bir dalgaydı sonuçta. Ve sanırım, NFK’nın İslamcı hareket ile yer yer kopmalar gösteren gerilimli ilişkisini çözümlemede kadın bağlamındaki görüşleri sembolik olmaktan öte geçen açıklamalar sunmaya devam ediyor.