Tekerrür Eden Tarih, Büyük Ortadoğu ve Sünnetullah
Yirmi birinci asır, insan neslinin geçirmekte olduğu en buhranlı dönemi temsil ediyor. Medeniyetin, uygarlığın ve teknolojinin zirvesinde bulunduğunu iddia eden insanlık bir yandan da dünyanın en barbar, en vahşi dönemine tanıklık ediyor. Yeni asra henüz adım attığımız dönemlerde kaos, bunalım, kriz, şok, dehşet, korku, panik, buhran, kargaşa, terör, tedhiş, başıboşluk, saldırganlık, akıllı bombalar, kitle imha silahları, düşman, kötü, şer güçler ve komplo benzeri kavramlar muhayyilemizi sarıp sarmaladı. Çünkü kendilerini dünyanın yeni efendisi olarak görmek isteyenler akıllarımızda, hafızalarımızda, zihinlerimizde, hayallerimizde, rüyalarımızda daha doğrusu tüm bedenimizde bu kavramların basit bir insanda oluşturacağı yapıyı ve bünyeyi görmek istiyorlar. Ki böylece jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik hedeflerini istedikleri gibi gerçekleştirsinler. Bunu da dünyaya kabul ettirmek hiçte zor olmayacaktı terörün efendileri için. Neden olsun ki çünkü dünyanın küresel şirketleri ve ekonomisi onların ellerinde olduğu gibi dünyanın küresel medyasının aydın, gazeteci, yazar, düşünür, mütefekkir ve entelektüellerinin! büyük yekûnû zaten onlara hizmette hiç kusur etmedikleri çok bariz bir şekilde ortada değil mi? Sözüm ona bunlar, gücün arkasına sığınıp avazı çıktıkça bağırıyor ve think tank kuruluşlarının hizmetlerine sundukları yazıları halkların ehlileştirilmesi, uysallaştırılması, boyun eğdirilmesi ve eşekleştirilmesi için harıl harıl kullanmıyorlar mı?. Olaya ahlâksal, ilkesel, dinsel, ulusal çıkarcılık, vatanperverlik açısından değil de pragmatist, pozitivist ve duygusal! yaklaştığınızda dediklerinin doğru yönü de yok hani!.. Yaşananları doğru dürüst tahlil etmemize imkân tanımıyorlar. Her gün yeni bir iddia, yeni bir kavram ve yeni bir olayla karşımıza dikiliyorlar. İrade ve fikir zaaflarından kurtulmak için çaba sarfetmemize de zaman tanınmıyor. Düşünmenize gerek de yoktu hani. Çünkü teknoloji dünyası her şeyi ayağınıza getirdiği gibi, düşünceyi ve fikri de ayağınıza kadar getiriyordu. Kes, yapıştır işte yeni dünyanın hür feylesofları ve düşünürleri...
20. Yüzyıl ile 21. Yüzyıl arasındaki fark
Bugün Müslümanlar olarak önümüzü hakiki manada görmek ve kavramak istiyor isek, geçmişte sömürgeci ve emperyalistlerin İslam dünyasında oynadıkları oyunları çok iyi bilmemiz gerekiyor. Olaylara siyasi otoriteler açısından baktığımızda aslında geçmiş iktidarların yaklaşım tarzlarının pek de değişmediğini çok açık bir şekilde görebiliriz. Ne acıdır ki, her konuşması özgürlük, adalet, demokrasi, barış olan yeni dünya düzeni vaatçilerinin yaptıkları tek şey işgal, katliam ve sömürü kültürlerini yaldızlı ifadelerle insanlığa sunarak onları aldatmak ve işlerini yine istedikleri şekilde yürütmektir. Bunun en yakın örneği Irak'tır diyebiliriz. Nerede demokrasi çığlığı atan, halkların özgürlüğünü savunan Amerika? Ne Irak'ı işgal ederken demokrasiyi kullandı ne de bugün Irak'ı yönetirken kullanıyor. Katliamla başladığı Irak savaşına işgal ve zülum ile devam ediyor. Özgürlüğü getirmek yerine, var olanı da götürmeyi yeğliyor. Ama doğru biz kendimiz uygar medeniyetler seviyesine! kendi irademizle çıkmaz isek, uygar ve medeni ABD ilk fırsatta döve döve, eze eze bizi o uygar medeniyetler! seviyesine indireceğini yıllar boyu uyguladığı politikalarla görmedik mi?
Şimdi bunları yana bırakıp, son yüzyılın bugünü tanımamıza kavramsal olarak yardım edecek birkaç örneğini zikredelim. ABD’nin Neo-Cons (Yeni Muhafazakârları) 21. Yüzyılı “Yeni Amerikan Yüzyılı” olarak isimlendiriyorlar. Ancak herkesin bildiği gibi bu kavramın benzeri 20. Yüzyıl içinde kullanılmıştı. İlk kez 1941 yılında Time dergisi 20. Yüzyıl için “Amerikan Yüzyılı” deyimini kullanmıştı. Bu sözcük “Pearl Harbour” baskınını o dönemde henüz yaşamış ABD için bir metafor görevi görmüştü. Gerçek kapitalizm o tarihte başladı. Bu metafor bir atom bombasıyla gerçek olacaktı. 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atan ABD, yine o dönemde de kendisini dünyanın baş konulmaz süper gücü ilan etmişti. Böylece ABD bugün olduğu gibi o zamanlarda “süper güç” ve “hakim” olmanın çok ötesinde “kuralları koyan ve uygulayan bir imparatorluk” oluvermişti. 2. Dünya Savaşı sonrası ABD, Batı Avrupa’nın yapılandırılması, oy kullanma hakkının genişlemesi, kamu hizmetlerinin arttırılması, demokrasinin yayılması, hastalıkların azaltılması ve ayrımcılığın giderilmesi için kolları sıvadı. Sonuç için Latin Amerika ve Asya’ya bakmanız yeterli. Yine, 11 Eylül’de “Pearl Harbour” değil, “İkiz kulelerin” vurulmasıyla, hınç Hiroşima ve Nagazaki’den değil Afganistan ve Irak alındı. Bu kez atom bombası yerine, “misket bombaları”, “Uranyum bombası”, “E-Bombalar” ve “akıllı bombalar” denendi. Amaç yine güç gösterisiydi. Arkasından yeniden dünyayı yapılandırma projeleri ortaya atıldı. Her ne kadar, 1997 yılında Robert Kagan ve William Kristol tarafından kurulan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC) düşünce kuruluşu 21. Yüzyıl için “Yeni Amerikan Yüzyılı” deyimi uygun gördüyse de asıl bu deyim 11 Eylül sonrası gündeme sokuldu. PNAC 1997’de bugün Amerikan yönetiminde bulunan Neo-Con şahinlerin hepsini bir araya getirmiş ve ABD’nin 21. Yüzyılda Roma İmparatorluğu gibi bir imparatorluk kurmasını önermişti. Yine enteresan bir anekdot daha Baba Bush tarafından I. Körfez Savaşı’nda kullanılan slogan “Yeni Dünya Düzeni” deyimiydi ancak bu sözcükte 2. Dünya Harbinden Vietnam Savaşına kadar kullanılan “Dünyanın Düzeni” sloganıyla ne kadar da benzeşiyor değil mi? Anlayacağınız “Amerikan Yüzyılı” ve “Dünyanın Düzeni” sloganlarında da “Yeni” olan bir şey vardı... Peki ya eski ABD Başkanı Roosevelt ya da Nixon’un şimdiki ABD Başkanı Bush’un konuşmaları arasında karşılaştırdığınız da bir fark bulabiliyor musunuz? Veya 20. Yüzyılda ABD Başkanlarının yardımcılığını ve danışmanlığını yapan Henry Kissinger ve Zbigniew Brzezinski ile 21. Yüzyılda ABD Başkanlarının yardımcılığı ve danışmanlığını yapan Dick Cheney arasında bir fark bulabiliyor musunuz?
Dünya’nın yeni efendileri: Think Tank’ler ve Neo-Con’lar
Beyaz Saray ve Amerika kurumlarını sarmış olan Neo-Cons (Yeni Muhafazakarlar) denilen ve bunların içinde yer aldıkları Think Tanks (Düşünce Kuruluşlarını) çok iyi tanımalıyız. Kendilerini demokrasi havarileri olarak gösteren ve büyük çoğunluğu Yahudilerden oluşan Neo-Con’lar, Amerika’yı ve Ortadoğu’yu “Vaat Edilmiş Topraklar” ve kendilerini de “Seçilmiş Kavim” olarak gördüklerini unutmayalım. Amerika yönetimini saran ve bugün dünyayı bir kaosun içine sürüklemek isteyen Neo-Con’ların belli başlı şahsiyetleri şunlar: Paul Wolfowitz, Donald Rumsfeld, Dick Cheney, Richard Perle, Samuel Huntington, William Kristol, Francis Fukuyama, Robert Kagan, Joe Lieberman, Douglas J. Feith, James Woolsey, John Bolton, Daniel Pipes, Zalmay Khalilzad, Lewis Libby ve bunlar gibi tanınmış daha bir çokları. Neo-Con’ların arkasındaki güç odakları yani Think Tank’lar da şunlar: American İsrael Public Affairs Committe-Amerika İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC), Project For New American Century-Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi (PNAC), Jewish İnstitute for National Security Affairs-İsrail Ulusal Güvenlik İşleri İçin Yahudi Enstitüsü (JINSA), American Enterprise Institute (AEI), Center for Security Policy (CSP), The Hudson Institute, The Institute for Advanced Stratejic anda Political Studies, Ethics and Public Policy Center, The Foundation for the Defense of Democracies, The Haritage Foundation, Middle East Forum, Washington Institute for Near East Policy (WINNEP) vb... Bu düşünce kuruluşlarının hizmetinde çalışan dünyanın bir çok yerinde yazarlar, düşünürler ve üyeler bulunmaktadır. Think Tank kuruluşları içinde en dikkat çekenleri JINSA ve PNAC’tır.
“Büyük Ortadoğu” ve “Yeni Oyun”
“Büyük Ortadoğu” adı altında neler yapılmak istenildiğini anlamak istiyorsanız, 1947 tarihli “Truman Doktrini”, “Kontrol Altında Tutma Politikası”, “Marshal Planı”, 1975 “Helsinki Anlaşması” ve geçmişte ortaya atılan "Şark Meselesi"ni çok iyi okumamız gerekiyor. Bunlarla birlikte ABD’nin Latin Amerika’daki demokratikleştirme sürecini de göz önünde bulundurursanız yapılmak istenileni çok iyi kavraya bilirsiniz. Zaten 9 Şubat 2004’de ABD yönetiminin basın yoluyla veya resmi olarak yaptığı açıklamalarda, “Büyük Ortadoğu”nun demokratikleşmesi için kararlı olduğunu ve bunu da Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde hürriyetlerin, barış ve istikrarın sağlanılması için dayatılan 1975 Helsinki Anlaşması’nı andırır yolla yapacağını ilan etmemiş miydi. “Ortadoğu” sözcüğü ilk kez Osmanlı’nın çöküşünün ardından 9 Mayıs 1916 yılında İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve Osmanlı Devletinin paylaşılmasını öngören “Sykes-Picot” gizli anlaşmasından sonra 1920’lerin başlarından itibaren İngilizler tarafından kullanıldı. Daha önce Osmanlı’nın hakim olduğu topraklar için “Near East” (Yakın Doğu) terimini kullanan İngilizler, Osmanlı’nın çöküşünün ardından “Middle East” (Ortadoğu) sözcüğünü ortaya attı. Daha önceleri karşı çıkılan bu sözcük artık bizlerin bile dilimize pelesenk olmadı mı? İngilizler ilk önceleri Irak, Türkiye ve Suriye için Ortadoğu sözcüğünü kullanmaya başladılar. Daha sonra bunun kapsamını genişlettiler. Günümüzde "Ortadoğu" olarak adlandırılan coğrafya; Türk-İran havzası (Türkiye-İran-Afganistan), Arap yarımadası (Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman, Katar, Yemen), Bereketli Hilâl (Hilâl-i Mümbit) diye tabir edilen bölge (Irak, Filistin, İsrail), Ürdün, Lübnan, Suriye ve Kuzey Afrika ülkelerinden oluşmaktadır. Amerika bugün çıkarları çercevesinde bölgeyi yeniden şekillendirmek için çırpınıyor. Aslında Amerika Ortadoğu'ya önem verdiğini 1947 yılında ABD dış politikasındaki "Truman Doktirini"yle ortaya koydu. Ortadoğu Amerika'ya çok uzak olsa da, yıllardır Amerika burada etkin bir güç olmak için büyük bir çaba sarfediyor. Bugün Amerika'nın Ortadoğu'daki en önemli kara ve hava üslerini ele geçirmesi boşuna değildir.
BÜYÜK ORTADOĞU KİMİN ESERİ?
İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Perez 1991 Körfez Savaşı sonrası yazdığı ve 1993 yılında New York’ta basılan (The New Middle East) “Yeni Ortadoğu” isimli kitabı incelendiğinde aslında bugün ABD’nin dillendirdiği “Büyük Ortadoğu Projesi”nin aslında kimlerin eseri olduğunu rahatlıkla göreceksiniz. Perez kitabında, Ortadoğu’nun Avrupa Birliği modeline veya hiç değilse Kuzey Amerika benzeri bir yapılanma ile yeniden yapılanabileceğine, bölge siyasetinin ekonomik çıkarlar çerçevesinde yeniden şekillendirilebileceğine ve böylece tamamıyla ortadan kalkmasalar da sınırların anlamlarını yitirdiği, birbirinden korkmaktan dolayı askeri ve lojistik yatırımlara harcanılan paraların eğitim, sağlık ve ileri teknoloji gibi konulara yatırılarak muazzam bir refahın biriktirildiği bir “Yeni Ortadoğu”nun ortaya çıkabileceğine inanıyor. Şimon Perez’in “Yeni Ortadoğu” rüyasının “Büyük Ortadoğu” projesi ve “Yeni Osmancılık” iddiasında bulunan kişilerin söylemleri ile ne kadar örtüştüğüne bir dikkat edin. Perez’in kitabının bir bölümünü de, “Yeni Ortadoğu”da girişilebilecek ortak yatırımlara ayırmış. Perez’in kitabından zikrettiği yatırımlardan en ilginci Kızıldeniz, Ölü Deniz ve Ürdün Nehri’nin birleştirilmesi projesi. Amerika’daki Yahudi örgütlerden büyük destek gören bu proje bugün Ortadoğu’ya “Barışı Teşvik Projesi” olarak takdim edilmektedir. Perez’in “Yeni Ortadoğu” adlı kitabının kapağında şu satırlar yazılı: “Önümüzdeki yolculuk uzun olacak; ancak yol açıktır. İhtiyacımız olan, cesur yolculardır.”
Bunun gibi gene, İsrail’in eski başkanlarından Benjamin Netanyahu 1995’te yazdığı “Güneşin Altında Bir Mekan” adlı kitabında “Yeni Ortadoğu” kavramını ilk kullananlardan. Netanyahu kitabında, İslami terörün! artacağını ve bunun da sonradan ‘büyük şeytan’a yöneleceğini tahmin ediyordu. 11 Eylül’ün ertesinde dünya medyasına açıklamada bulunan Netanyahu, dünyanın demokratik ülkelerini terör örgütlerini ve bunları destekleyen rejimleri ‘ezmek’ için birleşmeye çağırmıştı. Netanyahu açıklamasında, ABD’yi ‘Bin Ladin’leri, Arafat’ları ve Saddam’ları ortadan kaldımada’ anti-terör ittifakının liderliğini yapmaya da çağırmıştı. Öte yandan, Yeni Muhafazakârlardan Richard Perle ve Douglas Feith 1996 yılında dönemin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu için “A Clean Break: A New Strategy for Security the Realm” (Açık Bir Kopuş: Küresel Güvenlik İçin Yeni Bir Strateji) adlı bir rapor hazırlamışlardı. Sözü edilen raporda İsrail hükümetinin, Türkiye ve Ürdün’le işbirliği halinde Suriye’nin zayıflatılması ve kuşatma altına alınması için, Saddam rejiminin yıkılması gerektiği belirtiliyor ve “Yeni Ortadoğu” için önerilerde bulunuluyor. Bunların yanı sıra büyük çoğunluğu Yahudiler tarafından idare edilen ABD’deki Think Tank kuruluşlarının, 11 Eylül öncesi ülkeler ve terörizm üzerine yaptıkları araştırmalar da ise daha ilginç anekdotlara rastlayabilirsiniz.
Geçmişi iyi okumak bugünü sağlıklı düşünmemize yardım eder
Şimdi ABD’nin güç gösterilerini ve sloganlarını bir yana bırakarak yüzeysel olarak öncelikle Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’da ne yapmak istediklerine bir bakalım. Sonra da ABD’nin Latin Amerika, Güney Asya, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa’da neler yapmak istediklerini siz düşünün. 21. Yüzyıl’a tek süper güç olarak giren Amerika 11 Eylül’ü de fırsat bilerek, meydan okumasını artırdı ve bunların üzerine dünyayı yeniden inşaya başlayan bir vizyon ve yeni yüzyılı Amerikan ilkeleri ve çıkarlarına uygun biçimlendirme projelerine yöneldi. Çıkarları doğrultusunda düşündüğü bu projeler için güçlü ve son teknolojik donanımlar ile donatılmış bir ordu, cesur bir dış politika ve küresel bir milli liderlik onun için yeterliydi. Birde ülkeleri liderliğine muhtaç edecek veya onun kucağına atacak bir düşman olacaktı. O da herhalde “terörizmle mücadele” olmalıydı. ABD’nin, 90’ların başlarında ortaya attığı bu kavram, o dönemler ortalıkta Latin Amerika dışında kendisini tehdit edecek örgütler olmadığı için pek tutulmadı. 95’lerden sonra bunun üzerine yoğunlaştı. Sonunda Müslüman ülkelerden birilerini kendine düşman etti... ve sonrası bildiğiniz gibi...
İçinde yaşadığımız dünya hâlâ devletler, ulusal çıkarlar, jeopolitik ve güç politikasının egemen olduğu bir dünya. Egemen gücün, yani ABD’nin pençeleri altında ne denli küreselleşir ve tek taraflılaşırsa, çatışma, terörist faaliyetler, etnik ve dinsel savaşların çoğalma olasılığı o kadar fazla. Çatışma bölgeleri ve çatışan bölgesel mikro çıkarlar çoğalırken, bir yandan da dünyayı yönetme politikasının zorlukları ve çelişkileri dayanılmaz ölçüde büyüyor. SSCB’nin çöküşü, ABD’nin hegemonyacı müdahalesine yeni çevresel koridorlar ve alanlar açtı ama ABD müdahalesinin de sorunsuz olmadığını da ortaya çıkardı. Her şeyden önce, ABD’nin stratejik ve olasılık planlaması dünyada olup biten her şeyi önceden kestiremez. ABD’nin müdahale politikaları zaman zaman önleyici olmaktan çok, tepkiseldir. Bunun nedeni kısmen kamuoyu, etnik ve dini lobiler, yasama kurumları, dışişleri ve savunma bakanlığına bağlı daireler ve diğer örgütler, sınıf ve şirket çıkarları gibi iç politik etkenlerin baskısıdır. Bu sebepledir ki, ABD’nin dünyaya egemen olma politikasının bir dizin iniş çıkışı barındıran genel eğrisi, ABD siyasetini oluşturanların cevaplamakta yetersiz kaldığı bir konudur.
SSCB’nin çöküşünden beri ABD ve Avrasya’daki diğer aktörler yeni bir jeopolitik uyguluyorlar. Bu yeni jeopolitik, Asya ve Avrupa kuşaklarını birbirine bağlayan petrol ve doğal gaz boru hatlarına ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. ABD’nin Orta Asya’dan Balkanlara, buradan da Avrupa pazarlarına gelen petrol ve doğal gazın üretim ve nakliyesini hangi yollarla kontrol etmeye çalıştığını bir araştırın? Aynı zamanda, Balkanların jeostratejik ve jeopolitik olarak Kafkas bölgesi ve Ortadoğu ile nasıl bir ilişki içinde olduğunu inceleyin? Bu soruların cevaplarına ulaştığınızda ABD’nin bölgedeki çıkarlarını görebilirsiniz. Bunların yanı sıra, Avrupa’nın genişlemesinin, ABD’nin etki alanını genişleteceği ayrıca yeni Orta ve Doğu Avrupalı üyelerin katılmasıyla Avrupa konseylerinde Amerikan yanlısı devletlerin artması Amerika’nın nüfuzunu artıracağı söyleniyor. Genişlemenin de, Avrupa’nın özellikle Ortadoğu’da büyük önem taşıyan jeopolitik konularda ABD’ye meydan okuyabilecek ölçüde politik bütünleşmesine yol açmayacağı ifade ediliyor.
Bütün olup bitenleri yan yana koyduğunuzda ABD politikalarında 20. Yüzyıl ile 21. Yüzyıl arasında olduğu gibi 1989’dan ya da dolayısıyla 11 Eylül 2001’den sonra önemli bir değişiklik olmadığını da gösteriyor. ABD daha ziyade, önceden var olan Soğuk Savaş politikasını küresel egemenlik doğrultusunda genişletmiş, çünkü Soğuk Savaş’ın ardından daha az politik direnişle karşılaşmıştır. Rusya ve ABD arasında 2002’de varılan anlaşma üzerindeki yanıltıcı yorumları iyi bir analiz ile elediğinizde , Soğuk Savaş’ın aslında son bulmamış olduğunu savunan bir tezin parametrelerini çok rahatlıkla görebilirsiniz.
Soğuk Savaş’ın farklı jeopolitik ve jeoekonomik çıkarlar peşindeki bütün büyük oyuncuları hâlâ yerli yerinde duruyor. Tek fark Avrupa’da Almanya’nın, Asya’da Çin’in ekonomik bakımdan daha güçlü olması, Rusya’nın tükenmiş olmamakla beraber zayıflamış durumu ve ABD’nin küresel çapta askeri-politik bakımdan saldırgan muzaffer güç olmasıdır. NATO ve ABD’ye, Yugoslavya’daki gelişmeleri Bosna ve Kosova krizleri aracılığıyla zor kullanarak yönetmek, böylece Balkanlar’ı Alman ve Rus etkisinden arındırıp, denetim altına almak için yaşamsal bir neden sunan enerji faktörünün ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymuyor mu? Tüm bunlar ışığında diyebiliriz ki, Müslüman örgütler veya devletler yeni değişim için kobay olarak kullanılıyor. Derin güçler, Müslümanlar üzerinden birbirlerine tehdit savuruyorlar. Roller henüz paylaşılmadı, saflar henüz kesinleşmedi. Dünya kutupluluğun sancılarını çekiyor. İleri de kutuplar belirginleşmeye başlayınca Müslümanlar örgütler aradan çekilecek ama yine iki derin gücün karşı karşıya gelişinde asker olarak bu kez kullanılacaklardır. Anlayacağınız oyun içinde oyunlar oynanıyor. Bunun sonucu da dünyayı çatışmaların içine sürükleyecek.
Tarih’ten bir ders ve Sünnetullah
Bir çok konuda ciddi tespitleri olan Amerikalı tarihçi Will Durant, 1968 yılında bastırdığı “The Lessons of History” (Tarih’ten Dersler) adlı kitabında ABD yönetimine şöyle seslenmekteydi:
“Biz, ABD olarak neye mal olursa olsun. Hiroşima faciasının yüzlerce misli bir cinayeti Çin için tekrarlamak istemiyoruz. Edmund Burke “Politikada âlicenaplık en büyük akıllılıktır ve büyük bir imparatorluk ufak bir zekâ ile idare edilemez” diyordu. Acaba ABD Başkanı, Rus ve Çin yöneticilerine şöyle seslense küçülür mü dersiniz? “Târihin en yaratıcı milletlerinden olan sizlere, hürmetimiz vardır. Elimizden geldiği kadar düşüncelerinize ve isteklerinize uygun bir devlet sistemini geliştirmek istemenizi de tabii karşılıyoruz. Ellerimizdeki silâhların muazzam tahrip gücünü göz önüne alıp, herhangi bir sebeple bir harbe girip de birbirimizi mahvetmeyelim. Bu yüzden, her iki taraftan da birçok temsilcinin katılacağı sürekli bir konferansla bütün müşterek problemlerimize beraberce çözüm arayalım. Birbirimize karşı açık bir politika izleyip, milletlerimizin kültürlerini birbirine tanıtalım.
Bu suretle birbirimizi daha yakından tanıma imkânını elde edelim. İktisadi sistemlerimizin birbirine zararı dokunacağından boş yere endişelenmeyelim. Her ikisinin de birbirinden birçok şeyler öğrenebileceğini kabul ederek hareket edelim. Belki, her birimiz askeri harcamaları kısıtlamadan başka devletlerle saldırmazlık paktı imzalayarak, gelecekte her millete daha fazla serbestlik ve müstakil yaşama imkânını hazırlayabiliriz. Sizi dâvet ediyoruz. Tarihin bu akışını değiştirme teklifimizi kabul edin. Bütün insanlık önünde yemin ediyoruz ki, maksadımızda samimi ve dürüstüz. Eğer bu ideal düzeni kaybedersek, sonuç eski şekildeki politikaya devamdan daha kötü olamaz; fakat başarırsak asırlarca insanlar huzur içinde yaşarlar.”
Bu sözlere, meselelere sadece askeri yönden bakan bir general ancak gülümseyecek ve şöyle diyecektir; “Tarihinin değişmez kaidelerini ve bize daha önce söylediğiniz insan tabiatının temel kanunlarını unutuyorsunuz. Bazı problemler müzakerelerle çözülemeyecek kadar değişmez karaktere sahiptir. Bu toplantılar sırasında da mücadeleler devam edecektir. Dünyanın düzeni karşılıklı iyi niyet üzerine kurulamaz. Bu, sadece bir tarafın tam galibiyetiyle sona erip ve istediğini karşısındakine zorla yaptırırsa mümkün olur. Nitekim Augustus’tan Marc Aurelius’a kadar hep Roma’nın istediği yerine getirilmiştir. Uzun süren sulh devirleri tabii değildir ve askeri dengenin değişmesiyle sona erebilir. Devletlerin de insanlar gibi mücadele için yaratılmış olduğunu söylemiştiniz. Ayrıca tabii seleksiyonun devletler arasında da geçerli olduğunu belirtmiştiniz. Milletler birbirleriyle yardımlaşmaya ancak bir dış tehlike karşısında yanaşıyor. Bu ise tam olarak ancak yıldızlar arası bir harp halinde gerçekleşir.”
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi tarihi bilmeyen bir kimse yaşadığı dönemi yahutta ileride olması muhtemel olayları anlayamaz. Sadece korku ve panik içinde yol alır dünya arenasında. Ancak dava adamları tarihi bilmenin ne kadar önemli olduğunu bilirler. Kur’an-ı Kerim bundan dolayı sık sık bize peygamber kıssalarından örnekler vererek, hâk ile batıl arasındaki mücadelenin seyrini anlatır ve gönlümüzü inşirah eder. Firavunları, Nemrutları, Karunları, Hamanları da zikrederek küfür safında bir şeyin değişmediğini anlatır. Yukarıda üstad Will Durant’ın kitabındaki alıntı bize ABD yönetiminin hâlâ değişmediğini göstermiyor mu? Durant’ın vermek istediği mesaj şu; Koca bir imparatorluk ya da süper güç, ufak bir zekâ ve bir asker anlayışıyla idare ediliyor. Sizce de bu dünya için tehlikeli değil mi? O halde kim durduracak bu ufak zekâlı, asker paletli beyinleri...
Şimdi de jeopolitik oyunlardan azade edin kendinizi ve dönüp Yüce Rabbimizin kitabına bir kulak verin, âyetler üzerinde uzun uzun tefekkür ediniz;
“...Her ümmete işini güzel gösterdik..” (En’âm/108)
“İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar: Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (Rum/41)
“Aranızdan yalnız zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının...” (Enfâl/25)
“(Ey Rabbimiz!) Aramızdaki beyinsizlerin işlediklerinden dolayı bizi helâk eder misin?” (Â’raf/155)
“Rabbin, kasabaların halkı ıslah olmuşken onları haksız yere helâk etmez.” (Hûd/117)
“(Ey Muhammed!) De ki: “İşte bu benim yolumdur. Ben bana tâbi olanlarla birlikte, basiretle Allah’a davet ediyorum.” (Yusuf/108)
“Eğer siz bir yara aldıysanız o topluluk da benzeri bir yara almıştır.” (Âl-i İmran/140)