Teftiş toplumu

 

Türkiye gibi militarist bir anlayışla -'işba' halinde- yaşayan bir toplumda, 'resmiyet' ve 'biçimsellik' (bazı Batı dillerinde tek bir kelime, 'formalism' bu ikisini birden karşılayabiliyor) doğal olarak hayatı temelden düzenleyen ilke haline gelir. Böyle toplumların kendileriyle yüzleşme biçimleri, buna bağlı olarak kendilerini tanıma ve gereğinde kendilerini eleştirme eylemleri bir 'teftiş' olayı biçimini alır. Toplum, ama özellikle kaymak tabaka, sürekli bir 'teftiş' havası, ruh hali içinde yaşar.
Ne türlü uygulanırsa uygulansın, öncelikle 'dışsallığı' ağır basan bir olaydır teftiş; yani, bir insan topluluğunun, kendini 'dışsal' bir bakışa sunmasıdır. 'Hiza ve istikâmetler' düzgün olmalıdır, yakalar doğru iliklenmeli, botlar iyice cilalanıp parlatılmalıdır. Teftiş iç mekânlara doğru genişliyorsa, örneğin yetkililer koğuşlara girip geziyorsa, terliklerin, sağ tek sağda, sol tek solda, yan yana ve dümdüz karşıya bakarak durduğu dolaplara bakıyorlarsa, çamaşırların düzgün katlandığını (ve dolapta 'zararlı' denecek bir yayın bulunmadığını) görmelidir. Ofislere bakacak olurlarsa, sürgülerdeki yayınların boy sırasına göre üst üste konduğunu, kalemlerin yan yana, uçları aynı yönü göstererek uzandığını tespit edip, 'İyi!
Bu birim iyi çalışıyor!' diyebilmelidirler.
Ama bu dünyadaki her şeyin, her metodolojinin olduğu gibi, bunun da, gerçekliğin bütünüyle görülmesini engelleyen eksikleri vardır. Hayatımız boyunca pek çok 'teftiş hikâyesi' dinlemişizdir ki, tam da bunu vurgularlar. Santimi, milimi şaşmadan yan yana dizilmiş tanklar veya toplar 'yürü' deyince hiç hareket etmeyebilir, çünkü aslında arızalıdır vb.
Bunu iyi bilen 'teftişçiler' de hep olmuştur. Ucu aynı yönü gösterdi diye, kalemler, yazma zamanı geldiğinde, ille de doğru şeyleri yazmazlar. Onun
için, teftişi yapan, 'hiza ve istikâmet'in öbür yanına geçip, işlerin orada nasıl yürüdüğünü görmek isteyebilir- en azından, isteyenler çıkabilir.
Ama bunu istemek için, her şeyin olduğundan daha iyi olabileceğine inanmalısınız, ağırlığını bu yönde hissettiren bir iradeniz olmalı. Birtakım nedenlerle bu aşınmışsa, siz de 'görünen'in ötesini kurcalamaktan vazgeçersiniz. Türkiye, korkarım, en azından bir kesimiyle bu ruh hali içinde.
Ünlü Sovyetler Birliği fıkrası: Lenin ceketi atıp kollarını sıvayıp demiryolu döşüyor; Stalin, 'İki kişiden birini vurun, öbürü rayları döşesin' diyor; Kruşçev 'Arkadaki rayları sökün, lokomotifin önüne döşeyin' direktifini veriyor; Brejnev, 'Perdeleri kapatın, treni hafif hafif sallayın, herkes gidiyoruz sansın' diyor.
Cumhuriyet'in ve laikliğin bilmem kaçıncı yılında 'kafa' denen o kombine organın içinde olanlarla uğraşmaktan umudu kesmiş, dışında sarılı olan nesne üzerinde (mutlak bir biçimde) yoğunlaşmışsanız, siz de son analizde, 'Perdeleri kapatın' diyorsunuz, siz de gerçek bir değişimin beklentisini bir kenara bırakmış, 'Aman, şu teftişten selametle çıkalım' diyorsunuz demektir. 'Başörtüsü çıkacaaak! Çık!' diye ne kadar yüksek sesle bağırırsanız bağırın; bundan öteye ne farfaralıklar yaparsanız yapın... Bir kere zaten kendiniz bir şey yapmayacağınızı, yapmak istemediğinizi, yapacak gücü kendinizde bulamadığınızı ilan ediyorsunuz. 'Yasak' varsa 'yasakçı' olmalı. Siz sadece onu yardıma çağırıyorsunuz, 'Benden bu kadar, gel, yap' diyorsunuz.

Kaynak: Radikal