Demokratik açılım ne güzel çıkmaza girdi ya da bitti diye sevinenler, etekleri zil çalanlar var.
Acıklı bir durum.
Hatta hüzün verici.
Demokratik açılım bir ‘barış süreci’ydi çünkü.
Türkiye’nin en çok kanatan, en büyük sorununun silahtan arındırılması ve şiddet yerine siyasetle çözüm rayına oturtulması aklı başında her insanı ancak mutlu edebilirdi.
Demokratik açılım , yaklaşık bir yıl önce parmaklar tetikten çekilsin, siyaset devreye girsin diye başlamıştı.
Dağdan artık ölüm haberleri gelmeyecek, konuşa konuşa barış yolu açılacaktı.
Bu uzun ve ince bir yoldu.
Zaman, sabır, uyanıklık ve siyasal kararlılık gerektiren ince ve uzun bir yol...
Bu yolun sonunda, PKK’nın dağdan inmesi ve silahların gömülmesiyle kalıcı ve hakça bir barışa kavuşacaktık.
Bir çok bakımdan umut dolu bir başlangıç yapıldığını biliyorum.
Ancak hem dağda hem PKK’da, hem Ankara’da hem devletin içinde barış sözcüğünden hiç hazzetmeyenler vardı.
Onlar için her şey namlunun ucundaydı. Onlar için silah ve şiddet, bir türlü kopamadıkları bir hayat tarzı haline gelmişti uzun yıllar içinde.
Bu odaklar biliniyordu.
Onlardan gelebilecek her türlü provokasyon ihtimaline karşı her an hazırlıklı olunduğuna dair bir söylemi, Kandil Dağı’nda da, Ankara’da da dinlemiştim.
Ama başlangıçta her iki tarafta da siyasal kararlılık dikkati çekiyordu. Başbakan Erdoğan açılımın arkasına siyasal iradesini koymuştu.
Evet, bu bir süreçti. İnişli çıkışlı olacaktı. Ve bu barış sürecini sabote etmek isteyenlere fırsat verilmeyecekti.
Bunun için önce parmaklar tetikten çekilecek, operasyonlar frenlenecek, ucu açık, önkoşulsuz ateşkes ya da eylemsizlikle uzun ve zahmetli bir barış yürüyüşü başlatılacaktı.
Hiç kuşkusuz kolay olmayacaktı bu yürüyüş. Barışı Türkiye’ye çok gören akbabalar, ülke sınırlarının içinde ve dışında eski deyişle mebzul miktardaydı.
Ayrıca süreç iyi yönetilemedi.
Hükümetin yeterince hazırlıklı olduğu söylenemezdi. Yol haritası tam oluşturulmamıştı. Bazı bakımlardan galiba “Kervan yolda düzülür!” mantığı ağır basıyordu Ankara’da...
Ama yine de, hükümet tarafında iyi niyet ve kararlılık vardı.
Öte yandan açılım, hem Kürtler arasında, hem PKK tarafında genel olarak umut dolu bir bekleyişe yol açmıştı. Ama onların içinde de bu sürecin bir aldatmaca olduğunu baştan itibaren savunanlar, sabote etmek isteyenler elbette vardı.
Açılım başlangıçta Erdoğan’ın yüzünü güldürmüştü. Seçim araştırmalarında barış prim yapmış, Akparti oyları yükselişe geçmişti.
Fakat geçen yılın Eylül ayı başında, PKK’nın Habur gösterisi ile her şey değişmeye başladı. Kötü yönetildiği için zaten inişe geçmiş olan süreci muhalefet, Habur’la birlikte ustalıkla istismar etti.
Erdoğan, seçim araştırmalarında partisinin oy kaybetmeye başladığını görünce frene bastı. Açılımın arkasındaki siyasal iradenin zayıfladığını hisseden her iki taraftaki odaklar da hiç gecikmeden harekete geçtiler.
KCK operasyonları, davalar, DTP’nin kapatılması, PKK eylemleri, mayınlar, operasyonlar, DTP ve sonra BTP cephesinde katılık, her şeyi Öcalan’ın muhatap alınmasına endeksleyen tavır...
Sonuç malum:
Şiddetin mantığı yine galip geldi!
Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarını izliyorum, Genelkurmay’ın açıklamalarını okuyorum.
1990’lardaki gibi...
PKK’nın şiddet ve terör eylemlerine, havasına bakıyorum.
1990’lardaki gibi...
Yazık değil mi?
Demokratik açılım sona erdi demeye dilim varmıyor. Çünkü bunun bir barış süreci olduğuna inanıyorum. Büyük bir çıkmazın içinde de olsa, eninde sonunda yine barış süreci çaresiz işlemeye başlayacak.
Üç noktaya gelince...
(1) Şiddetin mantığına teslimiyet çıkmaz sokaktır, sadece kan ve gözyaşı getirir.
(2) Silah ve şiddetin kullanım süresi artık dolmuştur ve bu gerçeği öncelikle PKK’nın görmesi gerekir.
(3) PKK’ya ‘terör örgütü’ demekle de, Öcalan’a ‘terörist başı’ demekle de bir yere varılacağını sanmıyorum.
Son söz:
Gün gelecek, barış süreci yeniden işlemeye başlayacak. Aklın yolu inşallah ağır basar ve Türkiye’nin ödeyeceği faturanın maliyeti çok yüksek olmaz.
Kaynak: Milliyet