Tasavvuf'un ve Mevlana'nın suistimali

Tasavvuf tarihi, Mevlevilik ve Nakşibendîlik üzerine önemli araştırmaları olan Hamit Algar’dan dinlemiştim: “Türkiye’den Amerika’ya bir Mevlevi grubu gelmişti, duyunca çok sevinmiş, onları ziyarete gitmiştim. Ancak kısa zamanda sevincim şaşkınlığa dönüştü. Onlara –yabancı olmaları hasebiyle yardımcı olmak üzere- Cuma namazını kılacak yer (mescid) göstermek istedim. Buna ihtiyaçları olmadığını söylediler. Onlar, namaz gibi ibadetleri aştıklarını söylüyorlardı, işleri tamamen gösteri yapmaktan ibaretti. Semah gösterisi ibadet ihtiyacını karşılamaya yetiyordu”

Hamit Algar hocanın anlattığı önemlidir. Tarihte, namaz vb. ibadetlerin avam (cahil halk) işi olduğunu öne sürenler olmuştur. Algar hocanın sözünü ettiği grup, benzer bir iddiayı hatırlatmaktadır, onların gösteri olarak sığındıkları semah, ibadetlerin yerine ikame edilmektedir. Kısaca semah, havassın bir tür ibadeti veya herkes için farz olan ibadetin yerini alacak bir ritüel olarak takdim edilmektedir.

Hiç kuşkusuz, ne bütün tasavvuf ehlini ne bütün Mevlevileri bu kategoride ele almak mümkün. Aksine kahir ekseriyeti beş vakit namaza ve diğer ibadetlere büyük hassasiyet gösteren insanlardır. Ancak tarihte ibadetleri şekil şartlarına indirgeyip, kabuğu aştığını ve özle uğraştığını iddia edip namaz ve diğer farz ibadetleri küçümseyenlerin olduğu da bir gerçektir. İddia temelde aynıdır: Bir şeyin özüne ulaşabiliyorsan, şekliyle-kabuğuyla uğraşmanın gereği yoktur. Bunun İslam nokta-i nazarından batıl bir iddia olduğu açıktır. Taabbudi mahiyette nice hüküm ve ibadet var ki, bunlarda şekil şertları son derece önemlidir, bu hükümlerin akli izahlarını yapmak kimsenin gücü dahilinde değildir. Mesela hiç kimse, sabah namazında niçin iki farz rekat, öğle namazında dört ve akşam namazında üç rekat kıldığımızı bize akli olarak izah edemez. İzaha da ihtiyaç yoktur, içindeki hikmet ibadeti yerine getirirken tecelli eder.

Fakat bazen şekil şartları yerine getirilir, bu sefer ruhi/enfüsi boyutu boşaltılır. Bir kişinin Allah’ı zikretme gayesi gütmeden salt gösteri yapma gayesiyle semah yapması, içi boşaltılmış, ruhu kurutulmuş bir şekil ve ritüelden ibarettir. Anlatıma göre, birgün Mevlana eve gelir, hanımına sofra kurmasını ister. Hanımı bir tas su ve kuru ekmek koyar. “Bu kadar mı?” diye sorar. Hanımı “Evde başka şey yok” deyince, ayağa fırlar ve semah yaparak dönmeye başlar. Dediği şudur: “Hamdolsun, bugün bizim soframız Muhammed Mustafa’nın (s.a) sofrasına benzemiştir.” Mevlanaya atfedilen bu hikayenin bizi ulaştırmak istediği anlam dünyasıyla beş yıldızlı otellerin girişinde turistleri karşılamak üzere semah yapanların anlam dünyası birbirinden tamamen farklıdır.

Postmodern zamanlarda sadece tasavvufi ritüellerin değil, neredeyse İslami hükümlerin ve ibadetlerin tümü içi boşaltılmak gibi bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyorlar. Her şey folklorik bir şova indirgeniyor, ruhundan, anlam ve amacından tecrit edilerek salt ritüeller dizgisi olarak tekrar ediliyor. Tabii ki tasavvuf ve Mevlevilik de bundan payını almaktadır. Mevlana’nın salt postmodern zamanların gösteriye ve tüketime dayalı telakkisine uygun göstermelik bir figüre dönüştürülmesi bununla ilgilidir.

Şeriatın maddi ve somut hükümleri ile şekil şartları titizlikle yerine getirilmesi gereken ibadetlerden bir tür kaçış içinde olan Müslümanlar, bir yandan Mevlana’yı, Mevleviliği ve semah gösterisini içini boşaltmış folklorik bir öğeye indirgemeye çalışırlarken, diğer yandan Mevlana’nın mesajını, Mesnevi’nin anlam dünyasını İslam’ın hükümlerinden ve ibadetlerinden arındırılmış salt entelektüel bir faaliyet olarak da sunmak istiyorlar. İslami ilimler çerçevesinde neredeyse her disiplin ve bilgi branşı salt entelektüel bir faaliyetten ibaret değildir; zihinsel çabalar ve kapsamlı araştırmalarla üretilen bilginin yöneldiği nihai ve hakiki amacı ya bizi Hakikat’ın Bilgisi’ne ulaştıracak yolları bulup göstermek veya daha sahih bir dini hayatın yaşanmasını mümkün kılmak içindir.

Tasavvuf ve Mevlana üzerinden üretilen postmodern söylem ise, tabir caizse “İslamsız bir tasavvuf “u istihraç etmeyi hedeflemektedir. “Şeriatsız İslam”ın varsayımlarına göre tasavvufa ihtiyaç vardır; fakat ihtiyaç duyulan bu tasavvuf, aynı zamanda İslam’dan arındırılmış bir tasavvuftur veya öyle olmak durumundadır. Söz konusu özelliği ve manipülatif karakteri dolayısıyla buna “Şeriatsız ve ibadetsiz İslam” projesi de diyebiliriz. İçi böylesine boşaltılmış bir tasavvuf, herkesin kolayca küresel arenada ürün olarak piyasaya sürebileceği bir metaa dönüşür; bunun üzerinden bir tür hümanizm formüle edilebilir. Başka bir deyişle, İslam olmadan da yaşanabilecek bir mistisizme ve hümanizme kabul edilebilir bir çerçeve bulmanın çabasıdır.

Modern Batı’nın, içine düşmüş olduğu sıkışmışlık halini aşmak üzere Doğu dinlerinden, Budizm, Brahmanizm ve Taoizm’den yardım almaya çalıştığını biliyoruz. Batıya lojistik destek arayışında bir miktarda İslam geleneğinin ve özellikle tasavvufun da katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Bu çerçevedeki tasavvuf algısı ve Mevlana imaj üretiminin ne İslamiyet’le ne tasavvufla ne de Mevlana’yla bir ilgisi vardır. Küreselleşme çağında “ne olsa gider” mezhebi hakimdir, her beşeri havza, küresel piyasaya sürebileceği bir meta bulmak ve bunu –mesela ‘inanç turizmi’yle- paraya çevirmek ister.