Tarih tekerrürden ibaret: Yeni ortaçağa hoş geldiniz

Güçlü bir Çin’in Asya’yı yeniden şekillendirdiği; Hindistan’ın hareket alanını Afrika’dan Endonezya’ya genişlettiği, İslam’ın nüfuzunu yaydığı, Avrupa’nın meşruiyet krizleriyle sarsıldığı, egemen kent-devletlerinin zenginliği elinde tutup yeniliklere imza attığı ve özel paralı orduların, dinci radikallerin ve insani yardım kuruluşlarının, kalpleri, zihinleri ve cüzdanları kazanmak için yarışırken kendi kurallarıyla oynadığı bir dünya tahayyül edin. Günümüzde bu manzara gayet tanıdık geliyor. Fakat bin yıldan az bir zaman önce, ortaçağın doruğunda da dünya aşağı yukarı böyleydi.

Çok kutuplu bir dünya
Son yıllarda yaygın kanaat, Soğuk Savaş sonrası dünyada Çin ve Brezilya gibi yükselen güçlerin ‘çok kutuplu’ bir dünya düzeni yarattığına tanık olunacağı yönündeydi. Bununla birlikte önümüzdeki 10-20 yıl zarfında, birçoklarının öngördüğü geleceğin vuku bulup bulmayacağı o kadar da açık değil; ABD’nin görece gerilememesi devam edecek mi, Avrupa kendi içinde bocalayacak mı, Çin ve Hindistan daha da güçlenecek mi? Bu soruların cevabının ve diğer öngörülerin akıbetinin ne olacağıysa belirsiz.

2011’e girerken karşı karşıya olduğumuz, çok daha fazla ülkenin önem kazandığı bir dünyadan ibaret değil; bu aynı zamanda sayısız güç merkezine ev sahipliği yapan, neo-ortaçağ bir dünya. Yani 21. asır, 12. asra benzeyecek.

Dünyanın aynı anda hem Batılı hem Doğulu olduğu bir dönem bulmak için bin yıl geriye gitmek lazım. O dönemde Çin’deki Song hanedanlığı dünyanın en büyük kentlerini yönetiyor, barut tozu ve basılı kâğıt para üretiyordu.

Yaklaşık aynı dönemlerde Hindistan’daki Chola imparatorluğu, Endonezya denizlerine hükmederken, Abbasi halifeliği de Afrika’dan İran’a uzanan bölgenin hâkimiydi. Bizans, geniş yüzölçümü nedeniyle ve aynı zamanda buna rağmen, zayıflayarak sarsılıyor ve hantallaşıyordu. Bu hakikaten çok kutuplu bir dünyaydı. Avrasya’nın iki ucu ve aradaki güçler başına buyruk davranıyordu; tıpkı bugün Çin, Hindistan ve Arap/İslam topluluğunun da yaptığı gibi.

Metaforun uygun olmasının bir sebebi daha var. Ortaçağda Haçlı Seferleri ve İpek Yolu, Avrasya’yı ilk küresel ticaret sistemine bağladı; tıpkı küresel ticaret rotalarının bugün yaptığı gibi. Bruges ve Venedik gibi ticaret merkezleri, baharat ve diğer zenginlik kaynaklarını keşfedecek kıtalar arası yolculukları finanse ediyordu.

Batı gücünü dağıtıyor
Bugün küreselleşme de büyük oranda aynı şeyi yapıyor; gücü bilhassa Batı’dan alıp başka yerlere dağıtıyor, ama aynı zamanda devletlerden kentlere, şirketlere, dini gruplara, sivil toplum-insani yardım örgütlerine ve (teröristlerden hayırseverlere kadar) süper-güçlü bireylere doğru da bir güç dağılımına yol açıyor. Bu güç dağılımı on yıllarca, belki asırlarca tersine dönmeyecek. Bin yıl önce olduğu gibi bugün de diplomasi, önem taşıyan herkes arasında vuku buluyor; önkoşuluysa egemenlik değil, nüfuz.

Bazıları finansal krizlerin ışığında bununla çatışan eğilimler görüyor. Fakat yeni bir ortaçağa doğru götüren güçlerin boyutu göz önüne alındığında, Wall Street’in kurtarılmasına ve hükümetlerin teşvik paketlerine bakıp ‘devletin geri dönüşü’nden bahsetmek basit bir yaklaşım. Gelecek konusunda daha açıklayıcı olan, Afrika’dan Ortadoğu’ya, oradan Güney Asya’ya kadar sömürgecilik sonrası dünyanın büyük kısmının darmadağın olması. Bu bölgelerde aşırı kalabalık nüfus, yozlaşmış yönetim, etnik itirazlar ve çöken altyapı, birçok ülkeyi başarısızlığa itiyor.

Muhtemelen Kongo’dan Sudan’a, oradan Pakistan’a kadar birçok ‘devlet’in melez bir kamusal-özel yönetim sistemine yönelmesine tanık olunacak. Afganistan’ı ele alalım; bu ülkede uluslararası madencilik şirketleri, Kabil hükümeti, yerel savaş ağaları ve yabancı barış gücü arasında postmodern bir idari düzenleme yapılması muhtemel. Afrika ve başka yerlerde de kullanılan bir neo-ortaçağ modeli bu.

Ekonomik alanda (zengin veya yoksul, Batılı veya Doğulu) pek çok devlet birer filtre haline geldi; küreselleşmenin dayattığı içeriye-dışarıya mal, para ve insan akışına mukayyet olmaya çalışıyorlar. ortaçağda birinin zenginliği, aile statüsüne, lonca üyeliğine ve sahip olduğu mülklere dayanıyordu. Kentler, sosyo-ekonomik kasta göre katmanlaşıyordu. Bu minvalde ‘devlete’ değil, ihtiyaçları tedarik edenlere bağlılık duyuluyordu.

Bugün de dünya nüfusu, ister güvenlik ister sağlık olsun, temel hizmetleri sağlamak için şirketlere yüzünü çeviriyor. Hatta yükselen Hindistan’da ‘halkın’ refahı, büyük oranda Tata ve Ambani gibi fabrika kentlerini de yöneten aile şirketleri tarafından sağlanıyor. Bu şirketler giderek, 14. asırda Floransa’ya hâkim olan Medici ailesinin birer muadiline dönüşüyor. Bugün İslam dünyası da bu tür siyasi hayırseverlik örnekleriyle dolu; Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve Lübnan’daki Hizbullah hem birer siyasi parti hem de sağlık ve eğitim hizmetleri sağlayan birer sosyal kurum olarak faaliyet gösteriyor.

Elbette hiçbir analoji kusursuz değildir. Fakat ortaçağ paralelliği, en azından 19. asrın muntazam ‘Ahenkli Avrupa’sına (Napolyon savaşlarının akabinde Avrupa devletleri arasında kurulan güç dengesi) yapılan aşırı basit atıflara karşı bir uyarı niteliği taşıyor. Bu sistem, bir avuç ulus-devlet arasındaki geçici bir anlaşmalar sistemini ifade ediyordu. Fakat yeni dünyamız çok daha karmaşık. Tek kayıp parça, tabii ki Amerika. Ortaçağ, Atlantik öncesiydi. Ancak şimdi ABD gibi yeni dünyada konumlanmış bir süper güç var. Eğer bugün AB Kutsal Roma İmparatorluğu’nun rolünü oynuyorsa, ABD’ye de görece gerileme durumunda hem Doğu hem Batı’yla karşı karşıya gelen Bizans yakıştırmasını yapabiliriz. Bizanslılar, asırlar boyu maddi güçlerini aşan bir şekilde varlıklarını sürdürdüler; bunu da güçten ziyade, kurnaz diplomasiye ve ayak oyunlarına borçluydular.

ABD’den Bizans olur mu?
Bu yeni dünya da, bilhassa Batı için muazzam meydan okumalar anlamına gelecek. Fakat ABD bir Bizans stratejisi uyguladığı takdirde, çatışmaya süreklenme ihtimalinin önüne geçebilir. Ve şunu da unutmayın ki, kötü şöhretine rağmen Ortadoğu, aslında büyük bir keşif ve yenilenme çağıydı da nihayetinde Rönesans’ın yolunu o açtı. Bugünün büyük güç sancılarının arttığına tanık olurken ve yeni bir savaşlar dünyasından korkarken, aynısının bugün de mümkün olduğunu hatırlamalıyız. (Yeni Amerika Vakfı’nda araştırma görevlisi, yazar, 28 Aralık 2010)

Kaynak: Radikal