Tarih miyopluğu-toplumsal körlük

Seçim sonuçlarının nasıl okunmasına dair yapılan tartışmalar, propaganda sürecindeki düzeyi aşamamış görünüyor. Polemik peşindeki yazarlar bir yana, hiç olmazsa belli bir entelektüel iddiası olanlar da gerek tutarlılık gerekse seviye olarak perişan bir görüntü arzediyor. Öfke, sempatizanlık; aklı, analitik düşünceyi, en basit anlamda sosyolojik değerlendirme temelini bile iptal ediyor.

Söz konusu entelektüel seviye, sadece güncel siyasetin yorumlanmasında tutarsızlık sergilemiyor; tarihi, kültürel kodları okurken bir oryantalist titizliğini bile bulamıyoruz. Zaten kendi toplumunun tarihiyle sağlıklı ilişki kuramayanların bugünün sosyolojisini okumaları da mümkün değil.

Bir yazar yazısında 'eğer ben bu ülkeyi tanıyor, tarihini biliyorsam...' diye iddialı bir cümle kuruyor ve bunun üzerine siyasal, sosyolojik bir analize girişiyorsa her şeyden önce referans aldığı tarihi doğru okuması beklenir. Referansının bugün için ne anlam ifade ettiği konusunda farklı çıkarımlarda bulunsa bile... Mesela aynı yazıda, muhalefetini, düşüncesini şöyle bir tarihi referansla temellendirirse ne dersiniz: 'Kökleri Tanzimat'a kadar uzanan bir hukuk devleti geleneği ve tecrübesine rağmen...'

Bu cümleden şu anlam çıkar: Tanzimat'tan, yani Batılılaşmadan önce bu ülkede bir hukuk sistemi yoktu, bu ülke hukukla Tanzimat sürecinde tanıştı! Osmanlı tarihi esas alınsa bile 600 yıllık tarihin yaklaşık 600 yılında hukuksuzluğun hüküm sürdüğü bir toplumdan söz ediyoruz demektir. Doğrusu hukuk anlayışıyla Tanzimat'la tanışan bir toplumda hukukun, adaletin yerli yerine oturmaması gayet anlaşılabilir bir durum olurdu.

Bu yaklaşım; Batı'ya yakınlaşarak, Avrupa Birliği'ne girerek bu ülkenin medeniyetle tanışacağını ileri süren garpzede yaklaşımın farklı bir tezahüründen başka bir şey değil. Bu toplum; referansı sağlam, çerçevesi çok net belirlenmiş bir hukuk sistemiyle yüzlerce yıldır bu topraklarda hayat sürüyor. Hem de çok farklı kültürleri, dinleri despotik, yok edici bir anlayışla değil her birinin hukukunu koruyan bir anlayışla...

En insafsız, mütekebbir oryantalistlerin bile kabul ettiği Osmanlı hukukunun nasıl saltanatı bile bağladığı, sultanların bile kayıtsız bir güç sahibi olmadıkları ve dönemlerindeki imparatorluklardan bu yönüyle temel olarak ayrıştığı tespitinden bile bîhaber aydınların, bu topluma özgürlük, hukuk dersi verdiği bir ülke haline geldik.

Modern zamanların en ünlü oryantalisti sayılan Bernard Lewis bile Osmanlı'nın hukukla ilişkisini çok net teyit eder. Osmanlı hukukunun temelini teşkil eden İslami kuralların özel ve kamusal alanda her türlü müdahaleden bağımsız olarak etkin ve yaygın olarak uygulandığını ve bu konuda açık bir iradenin var olduğunun altını çizer.

Osmanlı hukukunu beğenip beğenmemek ayrı bir şey, hukuku Batıcılaşmayla beraber başlatmak başka şey. Tarihsel birikimi, kendi medeniyet değerlerini yok sayan garpzede aydın tavrı, Batı'nın ürettiği her değeri evrenselleştirerek benimseyen, onun dışında kendi toplumunun değerleri dahil hiç bir insanlık birikimine yer vermeyen tam bir 'yenilmişlik trajedisi'dir. Bu yenilmiş aydın tavrı, ne bu toplumun sosyolojisini çözümleyebilir ne de reflekslerini doğru okuyabilir.

Toplumsal bir olguyu doğru okumak ve anlamaya çalışmak; kabul etmek, doğru bulmak anlamına gelmez. Liberal, toplumcu aydınların kendi ön kabulleri ile toplumun kodları arasındaki çelişkiyi kabul edememelerinin nedeni de seçkinci, Batıcı tavırdan kaynaklanır.

Osmanlı yönetimini despotik olarak kodlayanların en son nefeste bile hilafeti kurtarmak adına oluşan Kürt-Türk ittifakını anlamaları, bu birlikteliği çözümleyip ortak gelecek tasavvuru geliştirmeleri nasıl mümkün değilse muhafazakâr refleksleri anlamlandırmaları da zor görünüyor.

Tarihi referanslarla sağlıklı ilişki kuramamakla sadece liberal, Batıcı aydınlar malul değil elbette. Toplumun değerleri adına yola çıkan pekçok oluşum da bu durumdan nasibini alıyor. Tarihsel dönüşümler, iç dinamiklerle ve olağan süreçlerde oluşmadığı için tarihe, kültüre, toplumun kadim değerlerine sahip çıkarken bile kırılmalar yaşanıyor.

Liberalliği adeta iman konusu yapan, seküler aydınlarla toplumun hafızasına sahip çıkan, diriltici soluğu Müslümanlığın üfleyeceğini savunanlar benzer zihinsel kargaşalar yaşıyorlar. Muhafazakar, dindar, hatta dini hayatının referansı olarak kabul eden bireylerin oluşturduğu yapılanmaların toplumsal hayattan ekonomiye, güç dengelerine dair sorunlarda Batı'yı referans almaları, Müslümanlığı aksesuar konumuna itmeleri de ayrı bir çelişkidir.

Bir önceki yazıda değindiğim husus tam burada ortaya çıkıyor; reel politik alanda at koşturan sivil ve siyasi oluşumların seküler bir düzlemde eyleyiş içinde olmalarına rağmen din diliyle meşruiyet sağlamaya kalkmaları söz konusu. <<<DEVAMI>>>