Tamara ve kapitalist safsatalar

 Kolestrol ilaçlarının giderek daha da inceltilen üsluplarla ve pek de açık olmayan nedenlerle yaygınlaştırılmasına itiraz eden sesleri önemsemeliyiz. Modern tıbbın insan varlığını didik didik ederek öldüren yanı üzerine düşünüyorum çoktandır. Annemin uzun süren hastalığı sırasında yakından tanık oldum bu uzun, sarsıntılı vedanın çaresizce katlanılan aşamalarına. İlacın hastaya sahiden de iyi mi geldiği sorusunun cevabı konusunda asla emin olamıyorsunuz. Mecburen o tedavi yollarında koşturmak gerekiyor. Reçetede yazılı bir ilacı, iyi gelme ihtimali varken esirgedim mi bunu, gibi bir düşünceyle hastanıza vermek zorunda kalıyorsunuz.

Acılı, uzun bir yaşama savaşı; içine adım atmanız bir vicdan meselesi. Bağımlılık yapan ilaç zamanla bir diğer hastalığın kapısını aralıyor olabilir, ancak uzman değilsiniz ki kesin hüküm veresiniz. Bazen hasta kendisi direniyor ilaçları almaya, çocuksu oyunlara başvuruyor. Annemin sakladığı ilaçları sağdan soldan toplardık, o uyuduktan sonra.

Öte tarafta  yaşlanma ve elden ayaktan düşme korkusuna karşı geliştirilen sayısız ilaçla, vitaminle süslü Gılgamış sofrası insan olarak zayıf yanınıza seslenmeye devam ediyor. O şölene katılarak daha sağlıklı ve uzun ömürlü olabilir, genç ve güzel kalabilirsiniz; bu bir ihtimal. Nazife Şişman “Yeni İnsan”da  hayatı ve ölümü bir endüstri metasına dönüştüren biyoteknoloji usullerini Müslüman bilincin yaşadığı tasavvur değişimleriyle birlikte tartışırken, maddi ve manevi açıdan bu akış karşısında araçsallaştırılan insanın aczini ve içine itildiği dehşeti irdeliyor. (Timaş, 2011)

Birbirinin zıttı örneklerden işine gelene inanan ya da tam tersine inanma eğilimi gösteren ilaç tüketicilerinin kararları, sektörlerin limit tanımayan arz ihtiyacından ne kadar bağımsız? Sadece tedavi görmeye yönelik olarak sürmüyor bu arz ikliminde tüketicinin talebi; alanını genişletmeye yetenekli  koruyucu tıp, muhtemel hastalıklara karşı sihirli kapsüllerle de mücehhez olmaya çalışıyor.

Ben ilaç tartışmalarında hep Tamara’yı hatırlıyorum; 1990’lı yılların ikinci yarısında yaşadığım Bakü’yü bana güzelleştiren yaşlı “dindar” komünist arkadaşım, Azerbaycan hikayelerimin satırlarında açık örtük görünen Bizim Radyo’nun emekli spikeri…

Tamara ilaçlara fazla güvenmez, bitkilerden, tedaviden, dua ve telkinden medet umardı. Kolestrol tehdidi anlaşılmaz gelirdi ona, ailesinde gördüğü sofra düzeni ve öğün alışkanlıklarını korumaya çalışır, tereyağı ve yumurtanın kolestrol için tehlikeli  olduğuna ve aslında kolestrolün de medyada yer aldığı haliyle yükselmelerde bünye için tehdit oluşturduğuna ilişkin uyarıları kapitalist safsatalar olarak değerlendirirdi. Canlı misal ise kendi sağlığı. Tereyağı yumurta eksik olmuyor sofrasından, fakat aynı zamanda yerli yerinde dinlenmeyi bilse de, nerede hareket orada bereket olduğu düsturunu unutmuyor ve asla katkı maddeli, “kapitalizmin çeri çöpü” dediği abur cuburları, meyve sularını, kremalı mayonezli cicili bicili aperatifleri, menşei belirsiz tatlıları çörekleri ağzına sürmüyor. 

Ömrünü ilmi çalışmalara adamış, evlenmemiş, çoluğu çocuğu yok; fakat Aleksandra Kollantai’nin “Sevgi Yolları” hikayelerinde açmaya çalıştığı  şekilde, sevginin, aşkın farklı yolları olduğuna inanıyor.  Bir taraftan Ehli Beyt sevgisiyle genişleyen bir cemaat sorumluluğu, diğer taraftan kolektif hayat düzeni tecrübelerinin benliğinde bıraktığı izler... Parktan geçerken kuşlarla, kedilerle sohbet ediyor, bir eliyle alırken diğeriyle dağıtıyor, yaşlıları, kimsesizleri ve kaçkınları konuk eden kurumların müdavimi…

Hayata aşkla bakmak diye bir şey var. İki insan arasındaki aşk çok değerli, ama sadece sıradan insanlar aşkı ancak karşıt cinsle ilişki üzerinden okurlar.

İyi de onun aşkının sahici ve “doğru” olduğunu nasıl anlayacağız, elimizde aşk ölçer mi var? Daha ne yapsın, hayatını koymuş o yola! Nagehan Alçı da Che’ye “yamyam” derken işte bu nedenle haksız. Che’yi de döneminin gençlerinde mevcut devrimci duyarlığı, dava aşkını, bir ülküye adanmışlığı, modernizmin baskılarıyla yüz yüze gelen toplumların düçar olduğu anomiyi tartışmadan doğru değerlendiremeyiz.

Muhammed İkbal'in dünya görüşünün üç elementi;  kaygı, aşk, amel … Şiir okumayı zayıflık sayan, roman okurluğunu da angarya bilen dava adamı sadece kaskatı bir ödev bilinci sunabilir söylemleriyle ve sonra da anlaşılamamaktan yakınmaya başlar… Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım düsturunun  Tevhidi dünya görüşü zeminine aktarılmak istenen kutsanmışlığıyla varlık yapay örtülerden arındırılıp özsel gerçeğine en yakın bir mahiyette algılanabilir mi? Sevmeden, aşkla bağlı olunmadan gerçekleştirilen faaliyetler, kurulan işler, tanımlanan hedefler, bütün olarak aşkın yerini tutan heva ve heves belki de, kolestrol denen tabii durumu bir illete dönüştürüyor.   “Bütün hastalıkların kökeni sevgi yoksunluğudur” diyordu ya Büyülü Dağ’ın gizemli doktoru…

(Aşk derken kastettiğim belki tam olarak vecd; evrende sürüp giden yaratımla/yaradılışla ilgili bir kapılmada var olan bilinç uyanıklığını dışlamayan bir tür cezbe hali… Ben bunu “yaratılmanın şükrünün  ifası” olarak algılıyorum. Kişiyi kesinlikle saf tutmaya, saflaşmaya çağıran bir bilinç aydınlanması, sözünü ettiğim.)

Tamara Moskova’da Müslüman bir genç kız olarak Fars dili ve edebiyatı  alanında doktor  yapmanın övüncünü dile getirmekten geri durmayan emekli spiker, bakışlarından taşan aşkı Fuzuli cümlelerine, Mevlana dizelerine olduğu kadar bir Nigar Refibeyli mısrasına da bağlardı. Komünist kimliğiyle kamusal alana çıkarken giysilerinin içine  sistemin onay vermeyeceği bir siyah fanila giymiş olurdu Muharrem ayında, Kerbela Şehidi’ni hatırlamak için…

Hayata, nesnelere, olgulara aşkla bakamaz olan, bir yanıyla belirsizliğe açılan ilaçlara uzatıyor elini, ticari niteliğinden kuşku duyulamayacak bir ikna ağına dahil olmayı sağlığın sıhhatin güvencesi bilmenin kolaylığına kapılarak...