Tahta gözler

I-Parkı aşağıdan dolandım bu kez, parkta yeniden beliren saksağanların peşine takılarak; o apayrı bir yazı olacak, “Kar Zamanı” yazısındaki soruyu tamamlamak üzere. Bir noktada durdum, beni çarpan tarhun kokusu. Çimenlere yayılmış sofrada bir yeşil sebze kasesi var. Bir çift saksağan oraya yaklaşıyor. O anı kaçırmak istemiyorum, sofranın sahipleri meramımı anlayacaktır. Kamerayı çıkarttım.  

Saksağanlar görüntü vermeye yanaşmadılar, geçip gittiler.

Aklımdan Samed Behrengi’nin hikayesini geçirerek ilerliyorum. Tarhun; sihirli dağ bitkisi, sadece kâse içindeki otlardan bir otken bile ıslak çim kokusuyla yarışıyor. Behrengi’nin hikayesinde Tarhun, zengin babasının sunduğu ayrıcalıklara dudak bükerek kendi hikayesini yazmanın yollarına düşen ayrıksı bir kız ki nice yıl sonra Tehmine Milani’nin “Ah Efsanesi” filmine ilham kaynağı oldu.

Baharı hızla adımlıyor park, yaza bir an önce ulaşmaya çalışıyor. Öğrenci koca sekmeyi kapatmış, yaymış kitaplarını masanın üzerine. Kenardaki büfe kapalı; sanırım seyyar sandiviç arabası karşısında tutunamadı. İranlılar dışarıda yemeyi sevseler de herhangi bir adresi tercih konusunda çok sakınımlılar. Öğrenciler pizza kutularıyla geliyor parka. Aileler bazen evde pişirdikleri yemeklerle geliyor, parkta ise sadece çay için piknik tüpü yakıyorlar; çoğu termos kullanıyor.

 

II- Tam yanlarından geçerken onlara takıldı gözüm: Yabancı görünüyorlar. İzlenimim sadece çekik gözlü olmaları yüzünden değil, çekik gözlü insan istisna sayılmaz bu semtte; Afgan işçiler var, Türkmen satıcılar var. Kendini yerinde hissetmeyen bir oturuş mudur bana farklı gelen… Hiç olmazsa birisi öyle ve eğreti oturuşuyla ötekini de tedirgin ediyor.  Kalkıp gitmek için bahane arıyor, bakışlarıyla tarıyor etrafını, yabancı görünmemek için gülücükler saçıyor. Oysa bahar gününün  sabahında çevredeki çimenler ve sekmeler kahvaltı yapmak için gelen kadın ve öğrenci topluluklarıyla dolu. Çimenlere uzanmış çoğu, bir yaygının üzerinde.

 

Turist olmalılar, en azından biri turist, diğeri de rehberi veya evsahibesi, diye düşünerek geçip gidiyorum .Birkaç adımdan sonra bir şeylerin eksik kaldığı hissine kapılıp geri dönüyorum.  Yabancı geldi kadın, ama bakalım sahiden öyle mi?

Onlar bana bir tebessüm yollamakla yanlarına yaklaşma izni de vermiş oldular; sekmeye yöneldim. Tamam da konuşmak istemezlerse mahcup olmayacak mıyım? Hem bakalım, kadın sahiden bana öyle geldiği gibi yabancı mı? Ve eğer yabancıysa, onu gözlerime böyle gösteren ifadeyi nasıl açıklamalı… Daha önemlisi, yabancı değilse, bende yabancı izlenimi uyandırması hangi sebebe dayanıyor…

“Şeyleri olduğu gibi görmemize olanak sağlayan mesafe tam olarak ne kadardır?” Carlo Ginzburg araya giriyor ve Pinokyo’nun tahta gözlerini hatırlatıyor: “Tahta gözler, niye bana öyle bakıyorsunuz?”

Bir şeye çok yakından bakarken aşinalık yüzünden çarpılıyor bakışlarımız, çok uzaktan ise bakış açımız mesafenin ta kendisi yüzünden yanılıyor.

Bakalım yabancı olan, yabancı kalan sahiden kim…

 

III-Beni tebessümle karşılıyorlar. Tanışıyoruz.

Luneta İran’daki yabancı gelinlerden biri. Filipinli. Kızı Nuşin, Farsça’yı daha iyi biliyor doğal olarak ve kelimelerin seçiminde annesine yardım ediyor.

Luneta  kısaca “ay” demek. Belki “ayça” ya da”ayda” gibi bir açılımını yapıyor da yapıyor olabilir, ayın.

Yirmi yıldır Tahran’da yaşıyor. Filipin uzak, senede bir kez gidebiliyor ancak. Şimdi Şiraz’da yaşıyor ve bu tarihi derinliğe sahip şehirde yaşamaktan mutlu. Halinden hoşnut olduğunu anlatırken ışıldıyor gözleri. Üç kızı, bir oğlu var. Evde üç dil konuşuyorlar: Farsça, Filipin dili ve İngilizce. Üniversitede psikoloji eğitimi gören Nuşin, otuz yaşında; şimdi evli. Kendisini hem Filipinli hem de İranlı hissediyor. Görünüşü Hazar denizi kıyılarında, Türkmensahra’da yaşayan Türkmen kadınlarını andırıyor. Annesine tercüme yapma konusunda bir pratiklik kazandığı açık. Ortak anlaşılır kelimeler bulmak için duraklıyoruz zaman zaman. İş bulamıyor Nuşin. Türkiye’de nasıldır işsizlik oranı, psikologlar kolay iş bulabilir mi, gibi sorular soruyor.

 

Şiraz’da, Hafız’la Sadi’nin vatanında yaşamak insana neler katıyor? Lunita iyimser, neşeli bir kadın. Mimikleriyle Şiraz’da tanıdığım göçebe Kaşkai’leri andırıyor biraz. Yok, diyor. Çekik gözlüler daha ziyade Meşhed’te bulunur.

Bir an sessizlik oluyor aramızda. Park güzel değil mi? Güzel. Hava çok hoş, birden sökün etti bahar. Şiraz şimdi daha soğuk mudur?

Giriş itibarıyla bu kadar kafi, e-posta adresini aldım Luneta’nın, vedalaştık.

 

IV-Kendini yabancı hissetmese de Lunetta’yı hâlâ yabancı gösteren şey üzerine düşünüyorum yürürken. Daha fazla cevaba gerek var mı…  Eşiyle nasıl tanıştı, bunu sormak için erken belki ama nasıl düştü yolu İran’a diye sorabilirdim pekâla. Bir de, Tahran’da bir Türk gelinler topluluğu var, aralarında günler düzenliyor, toplantılar yapıyorlar. Bu şekilde belirgin bir Filipinli gelinler topluluğundan da söz edilebilir mi, bunu sorabilirdim.

Müslüman mı? Müslüman mı oldu? Bunları ileride sorabilirim, haberleşirsek. Tahran’da kaç gün kalacak, bunu da sormadım.

Yine geri dönebilirim, dönüyorum da; birkaç adım sonra vazgeçiyorum. Parktan geçiş saatlerimi öğrendiler; kısmet olursa yine görüşürüz.

Yirmi yıldır İran’da Luneta, yine de gelin olduğu ülkeyle bütünleşmiyor varlığı; geleceği temsil eden çocuklarının bulunduğu ülkede değil, çocukluğunun geçtiği topraklarda aklı. Bu yüzden de yarım yamalak oturuyor sekmede

Kaç yıl geçmiş aradan İran’a geleli, bakışları, tebessümü yabancı gelinlere özgü ilk şaşkınlığı, yadırgamaları, anlama ve anlaşılmaya özgü kaygıları sunuyor hâlâ, yoldan geçenlere.