Suudi Arabistan’da iktidarın kral Abdullah bin Abdülaziz’den kardeşi Selman bin Abdülaziz’e intikali, Arap dünyasında ve uluslararası arenada büyük yankı uyandırdı. Selman bin Abdülaziz Suudi Arabistan tarihinin 7. kralı olarak tahta geçti. 1932 de bağımsızlığını eden Suudi Arabistan, birinci dünya savaşından bu yana Arap yarımadasında istikrarla ilerleyen ülkelerden biri. Hem kral Abdülaziz’in vefatından dolayı taziyelerini sunmak, hem de yeni kralı tebrik etmek isteyen çok sayıda devlet adamı ülkeye ziyaretler düzenlediler. Ülkede daha önce de gerek uluslararası politikada gerekse bölge siyasetinde güçlü krallar aktif rol oynadılar ancak Suudi Arabistan ilk defa bu kadar çok sayıda devlet adamına ev sahipliği yaptı.
Dünyanın, Suudi Arabistan’a bu kadar önem vermesinin nedenleri az çok biliniyor, keşfetmek için de çok fazla çaba sarf etmeye gerek yok. Bir kere Suud, dünyanın en büyük petrol ihracatçısı. Her ne kadar Amerika veya Almanya gibi ülkeler ithal edilen enerjiye önceki yıllara oranla daha az ihtiyaç duymaya başlamış olsalar da, petrol hala – ve tahminen onlarca yıl daha-, en önemli enerji kaynağı olarak kalacak. Petrol denilince Suudi Arabistan’ın belirgin ve merkezi rolü, birkaç ay önce üretimi yavaşlatmak için diğer ihracatçılarla görüşmeyi reddetmesiyle daha da önem kazandı. Suudi yetkililer, Rusya ve İran ekonomisine büyük zarar verecek anlaşmayı imzalayarak, petrolün varil fiyatı konusunu piyasa güçlerine bıraktı. Öte yandan, Suudi Arabistan dünyadaki en büyük 3. silah ithalatçısı. Dolayısıyla batılı silah üreticileri, Suudi yönetimiyle silah ticareti anlaşması için karşılarına çıkacak fırsatları dikkatle takip ediyorlar. Geçtiğimiz sene 800 milyon dolarlık ihracatıyla Çin’den sonra ikinci sıraya oturan Suudi Arabistan ekonomi piyasası ve yatırım dengelerinde olduğu kadar dolar, Euro ve sterlin üzerinde de somut etkiye sahip. Bunun dışında Batı’nın gözünde, Suudi Arabistan’ın İslam dünyasında özelde ise Ortadoğu’daki önemi büyük.
Sayılan tüm bu nedenlerden dolayı Suudi Arabistan’ın kazandığı önem, Arap dünyası için de geçerli. Yalnızca bir ölçüde bağlamı değişiyor. Suudi Arabistan’ın -özellikle doğusundaki ülkeler için- bölgesel önemi, petrolün bulunmasından ve servet kaynağı olmasından çok öncesine dayanıyor. 1930lardan beri önemli bir bölümü selefi kültüre sahip Arap bağımsızlık savaşlarının liderleri, Arap dünyasını ilgilendiren konularda neredeyse tek bağımsız ülke olan Suudi Arabistan’ın oynadığı rolü keşfetti. ( Aynı dönemde bir diğer bağımsız ülke olan Yemen, Arap dünyasının sorunlarıyla ilgilenmiyordu). Diğer taraftan onları bağımsızlık dönemlerinde işgal güçlerinin daima yakınında durmaya çalıştıkları “haşimilik” rekabetinden daha çok bir araya getirenin selefi kökler olduğunu gördüler. Detaylar ne olursa olsun, Suudi Arabistan Filistin sorununda, Suriye’nin akıbetinde, Arap liginin kuruluşunda ve bir çatı oluşturmasında lider taraf oldu. Bunların da ötesinde, bugün bile Suudi Arabistan önemli bir oyuncu. En başta Mekke ve Medine’nin bulunduğu yer. Yani İslam’ın beşiği. Son yıllarda Kahire, Şam, Bağdat gibi tarihsel başkentlerin gerek geçirdikleri sorunlar, gerekse bir Arap dayanışmasına dayanak olmaktan aciz olmaları ise, Suudi Arabistan’ı tartışmasız en önemli aktör haline getirdi.
Dört yıl önce Arap halklarının ayaklanmasıyla başlayan Arap baharı süreci boyunca, Suudi Arabistan muazzam ekonomik gücünü kullanarak devrimin kendi ülkesine sıçramasını ve halk hareketlerinin temel talebi olan ülkenin demokrasiye geçişini engellemeyi başardı. Çevresinde ise Suriye haricinde, Tunus, Libya, yemende çıkan ayaklanmalarda etkin rol oynayarak sabık rejimlerin yeniden iktidar olmasına çalıştı. Ancak hiç birisi Mısır’da 3 Temmuz 2013 de yapılan darbe gibi başarılı sonuç vermedi. Mısır darbesiyle birlikte, Suudi Arabistan siyaseti ile halkların talepleri arasındaki kopuş da belirginlik kazandı. Riyad, Mısır’ın modern tarihine kazınacak olan baskı ve şiddeti siyasi açıdan beslemekle kalmadı, yalpalamakta olan darbe rejimine finansal destek de sağladı. Aynı oranda darbe rejiminin meşruiyet kazanması için de gereken çabayı ortaya koydu.
Suudi Arabistan’ın demokratik yönelimlerle olan mücadelesi yeni değil, ancak bu sefer demokratik değişim rüzgarının siyasal İslam’ın temsilcilerini iktidara taşıması problemi daha da derinleştirdi. Bunun üzerine Suudi Arabistan yazılı olmayan bir sözleşme oluşturdu. Buna göre halk kraliyet ailesinin üstünlüğünü kabul ediyordu. Karşılığında ise krallık, ülkenin çıkarlarını koruyacak, güvenliğini sağlayacak ve İslam’ın değerlerine sahip çıkacaktı. Çevresinde Demokratik rejimlerin yıldızının parlamaya başlaması ve sandıktan başarıyla çıkan liderlerin dini değerlere sahip olmaları ise Suud rejiminin sözleşmesine büyük bir darbe vurdu, meşruiyetine de meydan okumaya başladı. Bu yüzden Suudi Arabistan, kral Abdullah bin Abdülaziz döneminde tüm enerjisini demokratik dönüşümleri engellemekle uğraştı. Dahası bu tarz demokratik İslami rejimleri yok etmeye kalktı.
Ülkenin başına geçen yedi kral arasında ideolojik tarafı baskın çıkanlar yanında pragmatistler de vardı. Bu çerçevede Suudi Arabistan’ın kurucusu Abdülaziz bin Suud ile Fahd bin Abdülaziz’in en büyük pragmatistler oldukları söylenebilir. Abdülaziz, hakimiyetinin son zamanlarını yaşayan Osmanlı devletine karşı pragmatist bir politika izleyerek, hem topraklarının kaymakamı olmayı başardı hem de körfezin diğer emirliklerinden gelen tehditleri bertaraf edebildi. Büyük güçler arasındaki denge savaşını fark edince de, önce İngiltere’yle müttefik oldu, böylelikle savaşta Osmanlının dayanağı olmaktan kurtuldu. Hatta dikkatli bir denge ve uzlaşma yoluyla aşama aşama Arap yarımadasının birleşmesinde öncülük etti.
Birinci dünya savaşından sonra Abdülaziz kendisine bağlı ihvan ordusuna şiddetli bir savaş başlattı. Bunun en önemli nedeni, İngiltere ve Fransa’ya karşı “İhvan” ordusunun başlattığı gerginliğin yükselmesini önlemekti. Her ne kadar Abdülaziz, İngiltere ile pek çok meselede ihtilafa düşse de, yeni müttefiki Amerika’yla işbirliği temellerini atana kadar İngilizlerle ilişkilerinde özgürce davrandı. Kral Fahd da, selefi gibi pragmatizmi elden bırakmadı. Gerek bölge savaşlarına kendisine dayanan müttefikleri olmadan girmemesiyle, gerekse kendisine sadık Arap dostlarıyla ve dönem dönem zayıflamış olsa da bağlantılarını korumasıyla Abdülaziz’in yolunu takip etmeyi başardı.
Diğer taraftan, kral Faysal ve kral Abdullah ideolojik bir siyaset izlemeyi tercih ettiler. Yine de iki kralın ideolojisi arasında önemli farklar vardı. Faysal, iktidarı uzun bir siyasi ve idari yürüyüş sonucunda elde etti. Onun devrinde Arap dünyası büyük bir çalkantı içindeydi. Kral Faysal, hem komünizm için hem Yahudi devleti için hem de kamusal hayatta İslam’ın rolünün artması için sahip olduğu derin İslamcılık ve Arapçılık inancına yatırım yaptı. Bu inanç, sadece dönemin popüler Nasırizmi için değil, nasırın rakipleri için de bir tehlikeydi. Daha sonra yaptı anlaşmalar ve 1967 savaşındaki açık desteğiyle, Suudi Arabistan 50’lerde &0’larda ve 70’lerde El fetih Hareketi ve Müslüman Kardeşler için bir sığınak ve merkez görevi gördü. Halefi Abdullah ise, iktidarının başından sonuna kadar İslamcılara karşı bariz nefretini saklamadı. Buna kendi ülkesindeki ideolojik İslamcılar da dahildi. Filistin için mücadele etme ve çatışmalar karşısında çözüm arayışına girme konusundaki isteksizliğini de açıkça ortaya koymuştu.
Büyük olasılıkla, yeni kral Selman bin Abdülaziz de ilk selefleri Abdülaziz bin Suud ve faysal gibi pragmatik siyaseti takip edecek. Özellikle de kral Abdullah’ın Suriye, Yemen, Lübnan ve Irak’ta büyük hasara yol açan politikasıyla Arap ve İslam dünyasındaki müttefiklerini kaybettiği göz önünde bulundurulduğunda, durum daha bir netlik kazanıyor. Ayrıca Mısırı uzun sürecek bir istikrarsızlığa sürüklemesi ve Mısır’ı bölgesel güç dengesinden tamamen çıkarması da kral Abdullah siyasetinin başarısızlıklarından biri. Ancak bölgede giderek kötüleşen siyasi krizleri çözümlemeden Selman bin Abdülaziz’in nasıl bir pragmatizmi takip edeceğini söylemek zor.
Kaynak: Kudsü’l Arabi
Dünya Bülteni için çeviren: Tuba Yıldız