Suriye'ye Yönelik Muhtemel Bir Askeri Müdahalenin Hukukî Dayanakları

Ahmet Hamdi Topal* /Dünya Bülteni

2011 yılının başından itibaren Suriye’de devam eden iç savaşta şimdiye kadar yüz binden fazla insan hayatını kaybetti, binlerce insan yaralandı ve/ya Türkiye ve Ürdün başta olmak üzere diğer ülkelerde mülteci durumuna düştü. Suriye'de yaşananların Türkiye dâhil uluslararası toplum tarafından tepkiyle karşılandığını ve Suriye'ye yönelik askeri müdahale seçeneklerinin yer yer gündeme geldiğini görmekteyiz. Ancak Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’yle ilgili karar tasarısını veto etmesinin ardından artan uluslararası baskıya kulak vermeyen ve uluslararası toplumun bu tablo karşısında gösterdiği ikircikli tavır karşısında daha da cesaretlenen Esad Rejimi, kimyasal silah kullanarak sivil halka yönelik katliamlarına devam ediyor. Nitekim geçtiğimiz haftalarda Şam'ın Doğu Gota ve Batı Gota bölgesinde kimyasal silah kullanmak suretiyle gerçekleştirilen saldırılar neticesinde, aralarında çok sayıda kadın ve çocuğun da bulunduğu yüzlerce sivil hayatını kaybetti.

Sivilleri hedef alan bu saldırının ardından Esad Rejimini hedef alan ABD öncülüğünde askeri bir müdahale seçeneğinin daha da sık bir şekilde dillendirilmeye başlandığı gözükmekte. Bu bağlamda müdahalenin amaç ve kapsamına ilişkin çeşitli değerlendirmeler yapıldığı ve sivillere saldırıyı önlemeyi amaçlayan bir müdahaleden rejim değişikliğini amaçlayan bir müdahaleye farklı seçeneklerin tartışıldığı görülmektedir. Ancak bu tür bir müdahalenin uluslararası hukuk boyutu ihmal edilerek gerçekleştirilebilmesi hukuken mümkün değildir. Kuşkusuz gerçekleştirilecek bir müdahalenin ülkedeki katliamları durdurması, yeni bir savaşa ve katliamlara yol açmaması, bölgeyi yeni bir kaotik ortam içine sokmaması gerektiği açıktır. Ancak müdahalenin kapsam ve sınırları ile amaçları üzerinde yapılacak bu tür değerlendirmelerin öncesinde ele alınması gereken temel husus söz konusu müdahalenin hukuki meşruiyetidir. Burada karşımıza çıkan temel mesele, devletlerin maruz kaldıkları bir silahlı saldırı karşısında kendilerini savunmak veya uluslararası barış ve güvenliğe yönelik bir tehditle mücadele etmek amacıyla değil, bir devletin sınırları içindeki insanları korumak için müştereken veya ferden o devlete karşı askeri bir müdahalede bulunmalarının hukuken hangi şartlar altında mümkün olduğudur. Bu ve benzeri sorular Bosna Hersek, Somali, Kosova örneklerinden de hatırlanacağı üzere yakın geçmişte pek çok kez gündeme gelmiş ve tartışmalara neden olmuştur. Ancak söz konusu örneklerin hiç birinde maalesef uluslararası toplum başarılı bir imtihan ver(e)memiş ve gerekenler yapıl(a)mamıştır.

Suriye özelinden devam edecek olursak bir devletin ülkesinde yaşanan bu tür hukuka aykırılıkları düzeltme konusunda aciz veya isteksiz olması (ki Esad Rejimi bu saldırıları bizzat gerçekleştirmektedir) uluslararası toplumun sorumluluğunu beraberinde getirmektedir. Bu kapsamda ilgili ülkeye yönelik siyasi, iktisadi ve hukuki tedbirlere başvurulabileceği gibi gerektiği takdirde askeri müdahale yoluna da gidilebilir. Ancak hangi aşamada askeri müdahale yoluna başvurulabileceği veya müdahalenin nasıl yapılacağı daha da önemlisi bağımsız ve egemen bir devlete karşı müdahale kararının kim ya da kimler tarafından verileceği soruları cevaplanması gereken hayati önemi haiz sorular olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada, Esad Rejimini hedef alan Suriye’ye yönelik muhtemel bir askeri müdahalenin uluslararası hukuk açısından meşruiyeti ve hukuki dayanakları ele alınacaktır.

Başta geçtiğimiz yüzyılda yaşanan dünya savaşları başta olmak üzere insanlık tarihi boyunca şahit olunan savaşlar, sayısız can kaybına ve nesillere yayılan acılara neden olmuştur. Benzer olayların gelecekte de yaşanmaması düşüncesiyle İkinci Dünya Savaşı sonrası kabul edilen BM Andlaşması ile uluslararası hukukta kuvvet kullanma yasağı getirilmiş, kuvvet kullanma yetkisi merkezileştirilerek BM Güvenlik Konseyi’nin yetki sahası içinde düzenlenmiştir. BM Andlaşması’nın kabulüyle birlikte bir devletin diğer bir devlete karşı tek taraflı kuvvet kullanması veya kuvvet kullanma tehdidinde bulunması hukuka aykırı kabul edilerek yasaklanmış, hukuka aykırı bir fiilin işlenmesi halinde BM çatısı altında barış ve güvenliği korumak veya bozulan barışı yeniden tesis etmek amacıyla müştereken kuvvet kullanılmasını öngören ortak bir güvenlik sistemi oluşturulmuştur. BM Andlaşması’nın “Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Durumunda Yapılacak Hareket” başlığını taşıyan VII. Bölümünde düzenlenen bu sistemde önemli olan nokta, kuvvet kullanmaya karar verme yetkisinin Birleşmiş Milletler’e ait olmasıdır. Zira Birleşmiş Milletler, uluslararası toplum adına ve menfaatine hareket etmektedir.

BM Andlaşması madde 2(4)’de düzenlenen ve uluslararası hukukun emredici kuralları arasında yer alan bu yasağın meşru müdafaa ve Güvenlik Konseyi kararıyla uygulanan zorlama tedbirleri olmak üzere geçerli ve uygulanabilir iki istisnası bulunmaktadır.

Bunlardan meşru müdafaa hakkı, bir devlete karşı silahlı saldırıda bulunulduğunda, uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla Güvenlik Konseyi gerekli tedbirleri alana kadar saldırıya uğrayan devletin tek başına veya müştereken kuvvet kullanımına başvurabilmesini ifade etmektedir. Amaç, devam etmekte olan saldırıya mukabelede bulunmak ve saldırıyı sonlandırmaktır. Bu kapsamda bir devletin düzenli silahlı kuvvetleri ile diğer devletin ülkesine veya uçak ve gemilerine karşı saldırıda bulunduğunda silahlı saldırıdan bahsedilebilir. Suriye özelinde meşru müdafaa hakkına başvurulmasını gerektirir herhangi bir hukuki sebep olmadığı açıktır.

Öte yandan BM Andlaşması’na göre uluslararası barış ve güvenliğin korunmasından başlıca sorumlu olan Güvenlik Konseyi, uluslararası barışın tehdit edildiğini, bozulduğunu veya bir saldırı eylemi olduğunu tespit ettiği takdirde uluslararası barış ve güvenliğin korunması veya yeniden kurulması için tavsiyelerde bulunabileceği gibi, 41 ve 42. maddeler uyarınca kuvvet kullanma dâhil zorlayıcı yollara başvurulması yönünde karar alabilir.

Kısaca özetlemeye çalıştığımız BM sistemi uyarınca uluslararası hukuk; sivil halkı korumaya yönelik bu tür bir askeri müdahalenin gerçekleştirilebilmesi hususunda asıl yetkili makam Güvenlik Konseyi özelinde Birleşmiş Milletler olduğunu öngörmektedir. Somut olaya baktığımızda Suriye’de devam etmekte olan çatışmaların ve gerçekleştirilen sivil katliamlarının BM Andlaşması’nın 39. maddesi çerçevesinde uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden ve önlem alınmasını gerektiren bir nitelik taşıdığı açıktır. Fakat yukarıda da belirtildiği üzere Çin ve özellikle Rusya’nın sergilediği muhalefet sebebiyle Güvenlik Konseyi’nin harekete geçirilemediği ve geçirilebilmesinin de mümkün olmadığı görülmektedir. Bu tablo; orantısız temsil sorunu, veto yetkisinin sınırlı sayıda üye devlete tanınmış olması ve üye devletlerde ortak bir siyasi kararlılık olmayışının tabii bir neticesi olup BM sisteminin günümüz şartlarıyla bağdaşmayan ve sürdürülemez bir yapıya sahip olduğunu acı bir şekilde tekrar ortaya koymaktadır.

Bununla birlikte şunu açıkça ifade etmek gerekir ki; Güvenlik Konseyi’nin sınırlı başarılar bir yana bugüne dek sergilemiş olduğu başarısızlık ve daimi üyelerin veto yetkisine sahip olmasından kaynaklanan ve artık bir alışkanlık haline getirdiği çifte standart, mevcut hukuk kurallarını dikkate almaksızın bir müdahale yapılmasını meşru kılmayacaktır. Bu kapsamda muhtemel bir müdahaleye hukuki dayanak sağlamak amacıyla dile getirilen insani amaçlı müdahale ile koruma sorumluluğu kavramlarının kısaca izah edilmesi ve açıklığa kavuşturulması zaruridir.

Gerek insani amaçlı müdahalede gerekse koruma sorumluluğu doktrini çerçevesinde kuvvet kullanılması, herhangi bir devletin egemen yetkiye sahip olduğu ülkesi üzerindeki bireylerin insan haklarını ağır bir şekilde ihlal etmesi ve insanlığa karşı suç, soykırım gibi uluslararası suçlar işlemesi halinde gündeme gelmektedir. İnsani amaçlı müdahale doktrininin genel kabul görmüş bir uygulama olduğunu söylemek mümkün değildir. İnsani amaçlı müdahalenin en önemli örneği, NATO’nun 1998 yılında Sırbistan’a karşı gerçekleştirdiği askeri harekâttır. NATO üyesi ülkeler, harekâtın meşru olduğunu ileri sürmesine mukabil genel kanaat insani amaçlı müdahalenin uluslararası hukuka aykırı olduğu şeklinde oluşmuştur. İnsani amaçlı müdahale doktrininin kabul görmemesi ve uluslararası hukuka aykırı olduğu yönündeki görüşler karşısında bu kez koruma sorumluluğu doktrini gündeme getirilmiştir. 2000’li yılların başlarında ileri sürülen ve BM Genel Kurulu’nun 2005'teki zirve toplantısında da alınan kararlar kapsamında kabul edilen ancak hukuken herhangi bir bağlayıcılığı bulunmayan Koruma Sorumluluğu doktrini uyarınca, yukarıda bahsedilen insan hakları ihlallerinin gerçekleştirilmesi halinde öngörülen belirli şartlar çerçevesinde ilgili devlete yönelik uluslararası müdahalede bulunabilecektir. Egemen devletlerin vatandaşlarını soykırım, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı işlenen suçlara karşı korumakla sorumlu olduklarını öngören bu yaklaşım, ilgili devletin bu sorumluluğu yerine getirmekte isteksiz veya yetersiz olması halinde sorumluluğu uluslararası toplumun üstleneceğini öngörmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki koruma sorumluluğuna hukuki meşruiyet sağlayan ve bu kapsamda gerçekleştirecek bir müdahalenin esaslarını açıkça tespit eden herhangi bir pozitif uluslararası hukuk düzenlemesi bulunmadığı gibi söz konusu doktrine ilişkin düzenlemelerin örfi uluslararası hukuk kuralı haline geldiği de söylenemez.

Hukuki yönden ortaya koyduğumuz bu tablo, Suriye’deki sivil halkın Esad Rejiminin insafına terkedildiği anlamına da gelmemektedir. Çünkü BM Güvenlik Konseyi, uluslararası hukuk açısından tek yetkili makam olmadığı gibi son yetkili makam da değildir. Askeri müdahale seçeneğinin de içinde yer aldığı zorlayıcı yollara başvurulması gerekliliği son derece açık olduğu halde Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelere tanınan veto yetkisinin suistimal edilmesi herhangi bir nedenle harekete geçmekte yetersiz veya isteksiz olması halinde uluslararası hukuk açısından farklı bir alternatif karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Güvenlik Konseyi’nde daimi üyeler arasında birlik sağlanamaması durumunda nasıl bir çözüme varılacağı konusunda, BM Genel Kurulu’nun "Barış İçin Birlik Kararı" (Resolution on Uniting For Peace, New york, 3 Kasım 1950, No:377-V) oldukça yol göstericidir. BM Genel Kurulu söz konusu kararında, daimi üyeler tarafından veto yetkisinin kullanılması sebebiyle Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasına yönelik sorumluluğunu yerine getirememesi halinde Güvenlik Konseyi’nin yerine geçerek gerektiğinde silahlı kuvvet kullanılması da dâhil karar ve önlemler alabileceğini kabul etmiştir. Üye her bir devletin eşit bir şekilde temsil edildiği ve veto hakkının söz konusu olmadığı Genel Kurul’dan bu yönde bir karar çıkartılması, müdahalenin hem BM çatısı altında yapılmasını sağlayacak hem de hukuki meşruiyet arayışlarını giderecektir. Ancak bu yolun işletilebilmesi için, bölge ülkeleri başta olmak üzere uluslararası toplumun söylem düzeyinden çıkarak aktif bir tavır takınması ve katliamların sona erdirilerek sivil halkın güvenliğinin sağlanması hususundaki kararlığını net bir şekilde ortaya koyması gerekmektedir.

Netice olarak insani, dini, ahlaki veya diğer bir herhangi bir sebeple insanlığı rahatsız eden bu katliamın son bulması için Türkiye dâhil tüm uluslararası toplumun BM Genel Kurulu bünyesinde harekete geçmesi ve “Barış İçin Bir Araya Gelmek” ilkesi uyarınca mevcut sorunu acil bir özel oturumda görüşerek netice almaya yönelik daha somut adımlar atması gerekmektedir. Bu yolun takip edilmesi, başta Rusya ve Çin olmak üzere Esad Rejiminin hamiliğine soyunan kimi uluslararası güçlerin ortaya koyabilecek olduğu muhtemel bir muhalefeti bertaraf edeceği gibi gerçekleştirilecek müdahalenin hukuka aykırı olduğu yönünde ileri sürülebilecek görüşleri de temelsiz kılacaktır.

*Doç. Dr. İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi