Suriye'nin kaderi, yeni Osmanlılara bağlı olacak

Yakın gelecekte Türkiye Britanya'dan, İran Almanya'dan, Suudi Arabistan Fransa'dan, Rusya ABD'den önemli olacak. Ve Suriye'nin kaderini bu ülkeler belirleyecek.

İstanbul’a geldiğim gün, son Osmanlı’yı gömüyorlardı. Prenses hazretleri Fatma Neslişah Sultan, dedesi uçsuz bucaksız, kıtalararası bir hükümdarlığın kalıntılarını kâğıt üstünde hâlâ yönetirken, Boğaziçi’ne nazır bir sarayda doğmuştu. İstanbul’dan ayrıldığımın ertesi günü, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın birliklerinin açtığı ateş, Türkiye topraklarında birkaç kişiyi öldürdü. Kurşunlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasına dek var olmayan bir sınırı aşıp karşı tarafa geçti.
Yüzeyden bakıldığında, bu iki olay birbirinden oldukça ilgisiz görünüyor: İlki, tarihsel bir ilginçlikten ibaret. İkincisi, günümüzün en acil siyasi ve insani meydan okumalarından biri. Suriye’de öldürülenlerin sayısının artık 9 bini geçtiği söyleniyor. Daha on binlercesi yaralandı ve ülkelerinde yerlerinden olan ya da yurtdışına kaçan Suriyelilerin sayısı, bazı tahminlere göre 1 milyonu buldu. Fransa ile Britanya’nın başını çektiği Libya’ya müdahaleyi, Muammer Kaddafi’nin Bingazi’deki sivilleri toptan öldüreceğine dair inandırıcı tehdidi tetiklemişti. Esad ise Humus’ta bunu hayata geçirdi.

Neslişah Sultan ve Suriye
Ben bunları yazarken Esad, eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile üzerinde anlaştığı Suriye güçlerinin çekilmesine dair mühleti hiçe sayıyor. Etkin ve kalıcı bir ateşkes şansı hızla yok oluyor. Sivil katliamının çapı insani müdahalenin tek tetikleyicisi olsaydı, bizim haftalar önce müdahale etmiş olmamız gerekirdi. Bu korkunçluklarla kıyaslandığında, eski bir sultanın göçüp gitmesini kim takar?
Yine de bu iki olay, sizin sandığınızdan çok daha yakından bağlantılı. Tıpkı bir zamanlar İrlanda’nın Britanyalı olması gibi, şimdi Suriye denen toprakların da 1. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun ayrılmaz parçalarından biri olması, Türkiye açısından çok şey fark ettiriyor. Bu tarihi bilincin, son padişahın son kız torununun cenazesine başbakan yardımcısını gönderen Türkiye’nin ılımlı İslami hükümeti açısından ayrı bir önemi var. Hükümetin ‘stratejik derinlik’ doktrini, Türkiye’yi, Avrupa, Ortadoğu ve Orta Asya’ya uzanan bölgesel bir güç olarak görüyor, tahmin edin, kim gibi...
Hatırlayalım, Türkiye’nin pek konuşkan ve hiper enerjik Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ‘yeni Osmanlıcı’ olduğu suçlamasını resmen reddetmişti, fakat aynı zamanda “Ben sadece bir ulus devletin bakanı değilim” demişti. Eski bir üniversite profesörü olan Davutoğlu, Osmanlı mirası hakkında sık sık, uzun uzun ve ikna edici biçimde konuşuyor. Böyle bir performansı AB dışişleri bakanları toplantısında sergileyince, bakanlardan biri, AB’nin Osmanlı İmparatorluğu’na katılmaya davet edildiği esprisini yapmıştı. Fakat elbette bu, modernize edilmiş, ufalmış, cumhuriyetçi bir versiyon; tıpkı son prensese, yaşamı sona ererken resmen sadece Bayan Osmanoğlu –İngilizce deyişle Mrs. Ottoman- denilmesi gibi. (Görmeye ömrümün yetmeyeceği ‘Britanya Cumhuriyeti’nde, Kraliçe 2. Elizabeth için eskiden Windsor Kalesi’nin sahibi olan Bayan Windsor denildiğini düşünün.)

Müdahale beklemeyin
Daha maddi açıdan bakarsak, dinamik Türkiye ekonomisinin Suriye’de büyük iş ve ticaret çıkarları var. Bu arada Osmanlı topraklarının bölünmesinin yarattığı etnik mirasın dama tahtasına bakarsak, çaresiz Kürtlerin Türkiye-Suriye sınırının her iki tarafında yaşadığını görürüz. Buna ilaveten, sığınmacıların yarattığı doğrudan ve acil baskı yüzünden, Türk ordusunun sınırda tampon bölge ya da Suriye sınırları içinde insani koridor dayatması muhabbeti çok yapılır oldu. Hatta bazıları, Türkiye’nin, iki ülke arasında 1998’de imzalanan Adana Anlaşması’nın 1. maddesinin ihlalini gerekçe göstermesini tavsiye ediyor. 1. madde, “Suriye... Türkiye’nin güvenliğini ve istikrarını tehlikeye atmayı amaçlayan, topraklarından kaynaklanan hiçbir faaliyete izin vermeyecektir” diyor. (Orijinal bağlamında PKK gibi Kürt gruplara desteğe atıf yapıyor.) İstanbul’da, Türk özel kuvvetlerinin eski üyelerinin Özgür Suriye Ordusu’nun saflarında savaştığına dair teyit edilmemiş haberler de duydum.
Ancak burada daha büyük bir hikâye söz konusu. İnsani müdahaleyle ilgili, “Biz bunu çoktan yapmış olmalıydık” diye yazdığımda, pek çok okur kafadan farz etmiştir ki, ‘biz’ derken, aslen, tercihen bir tür BM yetkisiyle hareket eden ve kibarca ‘uluslararası toplum’ diye hitap edilen Batılı güçleri kastediyorum. Ve doğrudur ki, Batı’nın önde gelen askeri güçlerinin, hepsinden evvel ABD ile ardından Britanya ve Fransa’nın silahlı kuvvetleriyle müdahale etmelerinin –tıpkı nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu’nun iki eski köşesinde, Bosna ve Kosova’da yaptıkları gibi- dönüştürücü etkisi olur. Fakat hiçbiri –özellikle de Washington- Suriye’de böyle bir şeye niyetli görünmüyor.
ABD Başkanı Barack Obama ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin kazanmaları gereken seçimler var. Britanya Başbakanı David Cameron ise Cornwall usulü börek yemek ve Uzakdoğu’da ticaret yapacak müşteri aramakla ziyadesiyle meşgul. Bu liderler öfkeyle konuşacak, BM aracılığıyla ekonomik yaptırımları ve diplomatik baskıyı yoğunlaştıracaktır, fakat yakın zamanda Libya veya Kosova türü bir müdahale beklemeyin.
Bu şartlarda Suriye halkının kaderini öteki devletler belirleyecek. Yakın gelecekte Türkiye Britanya’dan, İran Almanya’dan, Suudi Arabistan Fransa’dan, Rusya da Amerika’dan daha önemli olacak. Suriye’de tüm bu bölgesel güçler kendi ulusal çıkarlarının peşinde koşuyor ki, bu çıkarlar sadece ekonomik ve askeri değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik açıdan tanımlanıyor. Dolayısıyla burada Şii, devrim sonrası İran ile Sünni, irticacı Suudi Arabistan, imparatorluk sonrası Rusya ile yeni Osmanlı Türkiye’nin arasında bir güreş var –hele BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasında belirleyici bir değişken oy olan, uzak ama kudretli Çin’i hatırlatmaya gerek yok.

Avrupa’nın sesi çıkmıyor
Bezgin bir paşa 1912’de uykuya yatıp bugün uyansaydı, kendisini şaşırtan pek çok şeyle karşılaşırdı; sömürgecilik sonrası devletlerden Facebook, demokrasi ve cep telefonlarına kadar... Fakat birkaç haftalık intibak süresinin ardından, kendini son derece evinde hissederdi. Ah evet, derdi, bu tanıdık büyük oyunda, hem açık açık hem gizli kapaklı, birbirlerininkinden çok farklı değer ve çıkarların peşinde koşan büyük güçler var. Aslında bunlar, o eski güçlerin küçülmüş, kısmen modernize olmuş versiyonları: Tayyip Erdoğan’ın padişahlığındaki Türkiye, Çar Vladimir Putin’in boyunduruğundaki Rusya, İmparator Hu Jintao’nun son aylarındaki Çin, (1912’de erkek, bugünse kadın olan) majestelerinin pembe yanaklı birinci bakanının eşliğinde Britanya...
AB’nin tarihsel olarak yeni ve paylaşılan egemenlik modeli, kelimenin her iki anlamıyla inanılmaz biçimde 50 yıldır -1963’teki ortaklık anlaşmasından beri- vaat ettiği gibi Türkiye’yi kucaklamak için kollarını uzatsaydı, bugün Suriye’nin çevresindeki güçler dengesi farklı olurdu. Fakat Avrupa bunu yapmadı. Avrupa’nın, Avrupa olarak, diğer pek çok meselede olduğu gibi Suriye’de de sesi duyulmuyor. Ve dolayısıyla bu ülkenin cesur direnişçileriyle ıstırap çeken sivillerinin kaderi, çeşitli egemen güçlerin eski model bölgesel rekabetine tabi oluyor.

Kaynak: Radikal