Hiç şüphe yok ki Türkiye açısından Suriye'deki gelişmeler, diğer Arap ülkelerindeki olup bitenlere nazaran, daha kritiktir.
Suriye, Türkiye'nin izlediği Ortadoğu siyasetinin kilit ülkesidir. Bu nedenle Suriye'de gidişatın ne olacağı, rejimin geleceği gibi konular doğrudan Türkiye açısından birincil önemdedir. Türkiye, yeni dış politika doktrininin Ortadoğu ayağını, önemli ölçüde Suriye ile inşa ettiği "rol ortaklık" üzerine kurmuştu. Bu yüzden Türkiye'nin Suriye meselesinde karşı karşıya olacağı durumlar Türk dış politikası üzerinde kalıcı etki yapacaktır. Daha açık yazmak gerekirse Türkiye mesela Suriye üzerinden bir çöküntü ile karşı karşıya kalabilir. Öte yandan, ABD Başkanı Obama'nın Esed için "ya reforma önderlik etmeli yahut çekip gitmeli" demesinden sonra durum başka bir evreye girmiştir. Büyük olasılıkla Şam rejiminin şiddete devam etmesi durumunda ABD, 12 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye'den Suriye'ye yönelik -Libya örneğini hatırlatan bir şekilde- daha sert tutum almasını talep edecektir.
Suriye nüfusunun yüzde 60'a yakın bir kısmı 30 yaş altındadır. Bu şu anlama gelir: Bugün hükümete isyan edenlerin çoğu, 1963 yılındaki 8 Mart Devrimi'nden itibaren yaşanan baskıları bilmeyen insanlardır. Rejimin 1982 yılında Müslüman Kardeşler'e yönelik giriştiği "imha" siyaseti bile bu yeni nesil için hatırlanmayacak kadar mazide kaldı. Bu demografik tablo bize şunu söylüyor: Halihazır muhalefetin temel hayal kırıklığı oğul Esed rejiminin geçen on yılda onların beklentilerini boşa çıkarmasıdır! Hatta muhalefetin ilk meşalesini yakan Der'a şehri tarihsel olarak Şam rejiminin iyi geçindiği bir alandır. Ancak hayal kırıklığı bu eski sadık şehirlerde bile isyana yol açmaktadır.
Beklentiler gerçekleşmedi
Beşşar Esed, 2000 yılında büyük ümitlerle iktidara gelmiş ancak bekleneni verememiştir. Peki neden? Bu sorunun cevabı son derece yalındır: Beşşar Esed, Suriye'de var olan düzenin ürettiği bir aktördür! Yani Beşşar Esed rejimin sahibi değil, rejim onun sahibidir. Böylece Beşşar Esed'in rejimin genel yapısı hakkında büyük kararlar alma yetkisi hiç yoktur. Bir pazarlık gücü vardır ancak en sonunda rejimin çizdiği sınırlara çarpmak ve durmak zorundadır! Mesela Hafız Esed'in diğer oğlu Mahir Esed, kâğıt üzerinde Beşşar Esed'i koruyan muhafızların komutanıdır! Ordunun iki numaralı ismi Asıf Şevket, Hafız Esed'in damadı yani Beşşar Esed'in eniştesidir. Sadece bürokrasi değil, büyük ekonomik yapılar da böylece bir tür rejimin paylaşımı altındadır. Mesela Beşşar Esed'in bir kuzeni büyük telekomünikasyon şirketlerinin sahibidir. Kısacası Suriye rejimi "işler yolunda gitsin" diyerek Beşşar Esed'i başkanlığa seçmiştir. Unutmamak lazım ki Hafız Esed öldüğünde oğul Beşşar henüz 40 yaşında olmadığı için anayasal olarak cumhurbaşkanı olma hakkı yoktu. Ancak derhal toplanan Meclis, bu şartı fiilen Beşşar için kaldırmıştır. Bu açıdan Beşşar Esed bir ölçüde İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad gibidir. Dolayısıyla Beşşar Esed'in ciddi reformlar yapmak imkânı yoktur ve etrafı Suriye devleti tarafından ustaca çevrilmiştir. Dahası Beşşar Esed zamanla taktik hatalar yapmış, mesela istihbarat birimlerinin neredeyse fiilen özerkleşmesine göz yummuştur. Bunun sonucu mesela Muhammed Nasef gibi istihbarat şefleri Cumhurbaşkanlığı'ndan dahi habersiz İran ile görüşmeler yapabilmektedir. Sonuç olarak ustaca örülmüş Suriye devlet mekaniği içinde Beşşar Esed'in büyük bir dönüşüme imza atmasını beklemek doğru değildir.
Diğer bir nokta ise şudur: Bugün Suriye'nin demokratik bazı adımları kabul etmesi demek, yukarıda bir parça özetlenen devlet yapısının ana rengini veren Nusayri sekteryen yapının zayıflaması demektir. Halbuki bugünkü Nusayri elitizmi her şeye rağmen elindekinden olmak istememektedir. Beşşar Esed'in en küçük reform temayülü Behçet Süleyman gibi kilit noktalardaki Nusayri elitler tarafından reddedilmektedir. Bu açıdan anahtar soru şudur: Suriye'deki Nusayriler iktidardaki yetkilerinden vazgeçmeye nasıl ikna edilecek? Aslında Beşşar Esed daha önce bir iki küçük adım atarak bir tür geçiş modelini düşünmüştür. Naci Otri'nin başbakanlığı buna bir örnektir. Otri ailesini Beşşar Esed, huzursuz Sünni elitleri yatıştırmak için kullanmaya çalışmıştır. Sünni seçkin bir aile olan, ki kökenleri Osmanlı dönemine gitmektedir, Otriler, bir dönem Sünni-Nusayri dengesini sağlamaya çalıştı. Hatta Otri bütün hükümet üyeleri istifa ettiği halde 29 Mart 2011'de görevde tutuldu. Ancak Otri dönemi nisan ayında resmen bitti. Beşşar Esed, Naci Otri formülünü bir tür "teknokratik model" olarak uzlaştırıcı olarak kullanmak istemiştir. Aynı şekilde Ramazan el Buti gibi önemli Sünni alimler de geniş Sünni kitleyle denge için kullanılmıştır. 1929 yılında doğan bu ünlü Sünni alim bir süredir rejimin "yatıştırma" politikası içinde önemli rol oynadı. Emevi Camii'nde cuma hutbelerini de veren Buti, çeşitli söylentilere göre yurtdışında yaşayan Sünni muhalefet ve rejim arasında dahi bir tür köprü görevi görmüştür. Denge politikasının nihayet son ayağı bazı büyük devlet ihalelerinde önemli Sünni ailelerin de gözetilmesi olmuştur. Ne var ki Suriye'de bir Sünni-Nusayri dengesini kurmak son derece zordur. Çünkü burada keskin bir kırmızı çizgi vardır: Demokratikleşme ve yumuşama bir noktada -ki o nokta Suriye'nin temel aktörlerinin Nusayri azınlık olduğudur- duracaktır. Nusayri elitler, hiçbir şekilde kalıcı olarak etkilerini kaybetmek istemeyeceklerdir.
Şiddetin anlamı
En kritik konu ise şiddetin devam etmesi durumunda resmin alacağı haldir. Nusayri elitlerin kırmızı çizgilerinden taviz vermemesi bir noktadan sonra şiddetin temel siyaset olmasını doğal hale getirmiştir. Sekteryen bir yapının çoğulculuğu kabul etmesine imkân yoktur. Ancak şiddetin de pratik bir sonucu vardır: Bu kadar bir şiddetle muhalefet bastırılırsa bundan sonra Suriye rejiminin devamı sürekli olarak otoriteryanizmi zorunlu kılacaktır. Bugün kullanılan şiddet, baskıyı Suriye için sürekli zorunlu hale getirecektir. Şiddetin yaygınlaşması ise fiilen zamanla Türkiye-Suriye eksenini zayıflatacaktır. Şiddeti sıradanlaştıran bir rejime yakın durmak Türkiye'nin elli tane başka alanda zararlı çıkmasına yol açacaktır. Türkiye, otoriter rejimlerle yakın durarak küresel olumlu bir profil çizemez. Öte yandan bütün bu olup bitenlerden Türk dış politikasını yönetenler için bir ders de çıkmaktadır: Otoriter rejimlerle yakınlaşmanın bir sınırı vardır! Halbuki Türkiye'de bazı karar alıcılar otoriter rejimlerle yaşanacak doğal sınır sorununun hiç olmayacağı gibi bir tavır takınmıştır. Mesela otoriter bir rejimle AB örneğinde olduğu gibi Erasmus tipi bir öğrenci-hoca değişim anlaşması yapılamaz. Çünkü bir Türk hocanın Şam'da muhalif şeylerden ve kuramlardan bahsetmesi söz konusu olamaz. Otoriter rejimlerle kısa ve orta vadede daha ziyade merkantil tarzda bir alım satım ilişkisi kurulabilir. Dolayısıyla şiddeti kullanmış ve kullanmaya devam eden Şam rejimi ile uzun vadede Türkiye'nin nasıl ilişkileri devam ettireceği ciddi bir meseledir.
Suriye meselesi çok önemli bölgesel bir potansiyel riski de bizlere gösteriyor: Tunus'ta başlayan olaylar şu ana kadar ulusal sınırlar içinde tutuldu. Ancak bu hiçbir şekilde daha sonra sınırları aşan temaslar olmayacağı anlamına gelmiyor. Zaten perdenin arkasında "Arap Baharı'nın" sınırları aşan dinamikleri çalışmaya başladı. Bahreyn bir anlamda fiili olarak Türk ve İran nüfuz alanına dönüştü. Bir süredir ABD ile arasını açmaya çalışan Ankara, İran etkisi karşısında birden kendini Washington ile aynı noktada buldu. Bir bakıma tarihsel dinamikler Türkiye'nin bir süredir aşırı biçimde öne sürdüğü idealizmi budamıştır. Türkiye, Şii/İran etkisinin artacağı bölgelerde demokratikleşme konusunda öyle saldırgan bir söylem üretmiyor hatta bu yerlerde ABD ile örtüşmekten kaçınmıyor. Şimdi bu durumun daha zor bir örneği Suriye'de yaşanabilir. Suriye rejimi sıkıştıkça şiddete yaslanıyor. Ancak daha kötüsü olabilir ve Şam, İran'a daha çok yakınlaşabilir. Suriye gibi Arap dünyasının "büyük bir lokmasında" başlayan nüfuz çatışması Arap Baharı'nı sınır ötesi çatışmalar evresine itebilir.
Kaynak: Zaman