Suriye devriminin jeosiyaseti ve Arap baharı

Arap baharı, birbirini takip eden bölümlerini, 1960'lardan beri Ortadoğu'yu ve Arap dünyasını sarsan en büyük jeosiyasi hareketlerden, yani özgürlük devrimlerinden oluşturdu. Milliyetçi devrimler olarak isimlendirilen bu hareketler, Arapların kendilerini, eski sömürgecilerin boyunduruğundan kurtarmaya adadıkları patlamalara, halkın bağımsızlık, özgürlük, onur ve ulusal egemenlik taleplerine, diğer halklar gibi yaşama isteklerine şahit oldu. En büyük sloganları ise: 'Kaldır başını!' idi.

Arap toplumları maddi-manevi sömürge şiddeti altında ezilmeye başladıktan sonra, üzerlerine örtülmüş kafesten çıkmak ve sadece kendilerinin efendi olacakları bir özgürlüğe ulaşmaya karar verdiler. Bu hareket sayesinde, her bir fert kendine aşağılık duygusunu kabul ettiren, Batı'ya ve Avrupalılara itaat edip, onların kültürlerini taklit edip, kendilerinden üstün gördüren sömürge mantığının ve psikolojisinin kökünü kazımak için mücadeleye başladı.

Bu hareket daha sonra, ulusal bütünlüğün bir dinamizme dönüşmesi ve toplumun gerek siyasi gerekse sosyal anlamda bir yapıya bürünmesi yönüne meylederek farklılaşmaya ve gelişmeye başladı. Bu gelişmeler de daha sonra, hareketin öncü olma özelliğiyle alt tabakayı kapsamada bir metot olması için sosyal adalet fikrinin ortaya attı. Tek bir milletin oluşması için, özellikle de kırsal kesimin sosyal ve siyasi hayata katılımına veya güç ve karar mekanizmalarında yer almasına çalışıldı. Öncesinde bu durum demokratik ve ulusal rejimlerin kurulmasıyla değil, elitlerin darbeleriyle çözümlenmek istenmişti. Asırlardır ihmal edilen kırsal kesimle onlara aşağılık gözüyle bakan şehirliler arasındaki yabancılaşma o kadar derinleşmişti ki, artık tek milletten veya vatandaşlar arasındaki eşitlikten ve etkileşimden bahsedilmesi bile mümkün olmamaktaydı. Bu durum, Arapların özgürleşmesi ve dünyayı efendiler ve onlara kölelik eden halk olmak üzere iki kısma ayıran sömürgecilikten çıkmasındaki en önemli bölümlerden birini oluşturuyordu. Aynı bağlamda, yarı- feodal sistemin ruhunun egemen olduğu ve siyasi modernite yönünde sosyal prestijin hâkim olduğu geleneksel toplumsal dokunun dönüşüm de söz konusu olmaya başlamıştı.

Ancak, devletlerin bağımsızlığına ve halkın siyasal hayata katılma arzusuna geçişini gerçekleştirmeyi başaran bu hareketin, gerçek bağımsızlığı elde etmedeki amaçları tükenmişti. Bağımsızlık ilkelerine bağlılığını ve kendisine ilham olan yabancı sömürüsüne olan düşmanlığını vurgulamasına rağmen, sahip olacağı egemenliğe ulaşmada başarılı olamadı. Özgürlüğünü muhafaza etme yolunda oluşan yeni devletlere entegre olma veya onlarla herhangi bir şekilde birleşerek gerek asıl uygarlığın gelişmesi, gerekse tüm fertlerin iş olanağı elde etmesi için bir araya gelmesi amacını yerine getiremedi. Sonucunda ise, Milliyetçi devrimin çıkardığı -uzun yıllar ihmale uğramış- az sayıdaki kırsal elit kesim kendileri için kurdukları otoritenin sağlamlaşması için devrimin başarılarını toplamaya, ülkenin kaynaklarına ve halkın kaderine el koymaya başladılar. Bunun en iyi yolu da toplumu tümüyle bir konserve sistemine dönüştürmede ve halkı aşağılık kafesine koymada hiç vakit kaybetmeyen tek bir parti sistemi oluşturma çizgisinden geçti. Oluşturulan parti, devrimin ve hâkim otoritenin üzerindeki nüfuzunu, sosyalizmin inşası ve kamu sektörünün korunması adıyla genişlettikten sonra, ikinci adımı da çabucak atarak, ekonominin özelleştirmesi, uluslar arası pazarla uyum sağlama, modernleşme ve iş olanaklarının gelişmesi adıyla harekete geçti. Bundan sonra da devlet ve kurumları, iktidar sahiplerinin, onların maiyetlerinin, oğullarının ve uşaklarının özel mülkiyeti haline dönüştü.

İşte bu şekilde halk, bağımsızlığı uğruna kendisini feda ettiği vatanının bu grupların elinde bir rehineye dönüştüğünü gördü. Bazı ülkelerde ise, halk kendisini, vatanın çıkarlarını düşünmeyen ve hiçbir kamu sorumluluğu taşımayan, asgari seviyede bile olsa siyasi ve idari yeterliliği olmayan yağmacı elitlerin elinde zorla çalıştırılan bir köleye dönüşmüş şekilde buldu. Öyle ki, bu elitler daha sonra insanlıktan bile nasiplerini almadıklarını göstereceklerdi.  22 aydır devam eden ve tarihte daha önce eşine rastlanmamış şiddete ve katliama maruz kalan Suriye'deki onur ve özgürlük devrimi şu an bunu kanıtlamaktadır.

Dünyanın kendisine 'Arap Baharı' adı verdiği, halkın ise onur ve özgürlük savaşı olarak isimlendirdiği bu büyük jeosiyasi hareket, halkın istediği iki temel hedefi içeriyor: İlki, halkı yalnızlaştıran ve köleleştiren siyasi rejimlerin değişmesi ve bununla birlikte yağmacı elitlerin elinde esir olan ülkenin hizipçi grupların pençesinden kurtulup, halka geri iade edilmesi. İkincisi ise, vatandaşın, gerçek bir ulusal anayasaya dayanan yeni bir rejimin ve devletin inşasının temelleri olduğunun kabul edilmesi Yani, dinleri, mezhepleri, etnik kökenleri, fikri ve siyasi yönelimleri ne olursa olsun tüm vatandaşlar arasında tam eşitlik ve özgürlüğü sağlanılması ki bu da sosyal adaletle gerçekleşir. Bundan önceki devrimdeki amaç, halkı dış sömürüden kurtarmaktı. Bu devrimin özünü ise, halkı içteki sömürgecilerden kurtarma,  sonrasında da eşit hak ve görevlere sahip olan bir yapı oluşturma amacı oluşturuyor. Bu yapıda kesinlikle birinin diğerine göre ayrıcalık kazanması veya herkes tarafından kullanılabilecek bir tekelcilik anlayışı kabul edilmemektedir. Özellikle de siyasi veya siyasi olmayan sorumlulukların olduğu pozisyonları elde etme hakkı veya siyasetteki herhangi bir konum için vatandaşların aynı koşullarda rekabet etmesi sağlanmalıdır. Çünkü yurttaşlığın gerçek anlamı budur. Bu aynı zamanda, saltanat otoritesine, yolsuzluğa, baskı ve cahil elitlerin iktidarın, devrimin, zenginlik ve prestijlerinin tekelini sürdürmesi için kullandığı şiddete de son verecek, aynı zamanda ülkenin tüm fertlerine eşit şekilde dağıtılan yoksulluğa, şiddete ve ölümleri de bitirecektir.

Yalnız, bu hedeflerin gerçekleşmesi için kaçınılmaz olan bir şey var ki; o da bölgesel sistemlerin kurallarıyla çarpışmak. Bu kurallar, zorba yönetimlerin yıllar boyunca halkın iradesine karşı güç sahibi olmasını sağladı ve halkı yalnızlaştırmada başarılı olması için ekonomik, siyasi, askeri destek ve güvenlik desteğinde bulundu. Bu rejimlerin, yerel elitler ve büyük ulusal güçler ile yaptıkları ittifak, bir çeşit çıkar paylaşımı için yapılmış zımni anlaşmalar gibidir. Büyük güçler halkın iradesine karşı hareket eden iktidarın kalması için çalışırken, karşılığında hayati çıkarlarını elde etme amacı taşır.

Dünyayı büyük güçlerin nüfuz bölgelerine ayıran 'Soğuk Savaş' mantığı olmasaydı, iktidarı tekeline alan sistemler için insanları haklarından mahrum edip halkları etkisiz hale getirmek yeteneğini gerektiren zulüm ve tiranlık gücü de olmazdı. Çünkü büyük devletler kendilerine tabi olan küçük devletçikleri halklarına veya düşmanlarına veya rakiplerine karşı her şekilde korumayı kabul etmişti. Aynı zamanda küçük devletlerin dış meşruiyete ve uluslararası desteğe bağlı hale gelmesini sağlayan soğuk savaş mantığı, bölge ülkelerinin egemenlik heyecanlarını artıran önemli ölçülerden biriydi. İç kuvvetlere dayanan bölgesel dengenin temellerini yerinden oynatan bu ölçü aynı zamanda herhangi bir kolektif güvenlik sisteminin kurulmasını da engelliyordu. Dış himaye ve devletin buyrukları yerine getirilme garantisi olduğu müddetçe, bu seçkinler ne iç meşruiyete önem veriyorlar ve de vatandaşlarını veya onların isteklerini kabul ediyorlardı. Onlarda aslında vatandaşlık kavramı bile yoktu ve büyük bir umutla halkın gecekondu bölgelerine göç edip sosyal bir marjinalleştirme hayal ediyordu.

Şu an, nüfuz edilen bölgeleri korumak için rekabete ve çatışmaya dayanan 'Soğuk Savaş' mantığı birçok sebepten dolayı dünyanın sadece belirli yerlerinde kaldı ki bu yerlerden biri de Ortadoğu. Burada büyük stratejik çıkarlar söz konusu. Bu nedenle hiçbir güç Ortadoğu'dan vazgeçmek veya hassas yönetimlere ve kendi kararlarında otorite sahibi olamayan halklara terk etmek istemiyor. Bu çıkarları oluşturan sebeplerin en önemlisi şüphesiz, stratejik noktalardaki enerji kaynakları ve petrol rezervleri. Bunun yanında İsrail'in güvenliğini ve Ortadoğu'da kültürler ve kıtalar arasında bir düğüm oluşturması bakımından sahip olduğu ayrıcalıklı pozisyonunu korumak ta sebepler arasında.

Soğuk savaşın jeopolitik bağları olan bir takım koşullar, bölge ülkeleri üzerinde özel hegemonyalar için planlar ve projelerin doğmasına yol açtı. Bu planlar, bizim bölgemizde yeteri kadar enerji kaynağı olan ülkelerin, ulusal güvenliklerini sağlamak ve aynı bölgede diğer ülkeler üzerinde daha fazla hegemonya dayatarak nüfuzunu genişletmek için çatışma havası oluşturmak şeklinde uygulamaya konuldu. Bu uygulamaların en belirgin örnekleri ise, Irak'ta Saddam Hüseyin, Suriye'de Hafız Esad ve İran'da Ahmedinecad iktidarı olarak karşımıza çıktı. Ortadoğu tümüyle dış güçlerin önünde bağımsızlığını kaybetti ve yabancı nüfuzun hâkim olduğu bir bölgeye dönüştü. Bu da devletlerin güvenlik konusunda kaçınılmaz olan krizleri ve milliyetçi hegemonyaların desteklenmesine sebep oldu.

Gerçek şu ki, yeryüzünde gerek iç etmenlerin gerekse yerel ve uluslar arası jeosiyasi unsurların çakıştığı sistemler sadece Arap dünyasında mevcut. Hatta belki de bunun en kötü örneğinin Suriye'de olduğunu söyleyebiliriz. İktidar seçkinleri ile halk arasındaki zulüm ve yabancılaşma örneği ve jeosiyasi unsurlardan faydalanma oyunları en açık şekilde Suriye'de görünüyor. Soğuk savaşın devam ettirdiği bu oyun aslında ikinci dünya savaşından beri Ortadoğu'da oynanıyor. Bu da Berlin duvarının yıkılmasıyla biten Soğuk Savaş'tan sonra Doğu Avrupa'dan Orta Asya'ya, Afrika'ya ve Sahra'nın arkalarına kadar demokratik dönüşümler yaşayan bölgelerin aksine bizim neden yerimizde saydığımızı yeterince açıklıyor.

Ortadoğu'da uzun yıllardır siyasi, ekonomik ve sosyal alanda (dünyada İslam dinine ve kültürüne karşı düşmanlık)   büyük baskılar olmasaydı bugün 'Arap Baharı' adı verilen devrimler de patlamayacaktı. Tüm bu sebepler yüzünden halk Tunus'ta, Mısır'da, Libya'da, Yemen'de sokaklara döküldü.

Devrimler kısa sürede zaferi elde etmeyi başarmıştır. Çünkü baskıcı rejimlerin dayandığı Batı bile halk protestoların önünü kesmek için başka bir yol olmadığını anlayarak, kendi sistemini korumak için diğer sistemlerin başını feda etmeyi kabul etmiştir. Uluslararası yükümlülüklere ve bölgedeki temel anlaşmalara saygı gösterilmesi şartıyla – Mısır'ın Camp David anlaşmasının şartlarından vazgeçmemesi gibi- halkın katılacağı değişikliklere de göz yummuştur.

Buna karşılık, esasen İran'a bağlı olmakla beraber kendi nüfuzları altına aldıkları Suriye rejiminde herhangi bir değişikliğe gidilmesini kabul etmediler. Değişimin Suriye'yi başka bir ülkenin nüfuz alanına kaydırmasından ve mevcut paylaşımın tehtide uğramasından korkan Rusya, rejimi her seferinde desteklemeye ve devrimin ve protestoların oluşturduğu dalgaları kırmaya çalıştı. Bunun yanında Batı'ya soğuk savaş rejimine saygı duyması ve Ortadoğu'daki nüfuz bölgelerinin değişmemesi için baskı yapma amacıyla Suriye krizini kullanmayı da sürdürdü. Şu anda da pozisyonlarını korumanın bir mantığı olarak Soğuk Savaş argümanlarını tekrarlıyorlar, dış senaryoların ürettikleri fikirleri dağıtmak için devrimi 'terörist eylemler' veya 'halkın isteklerinin arkasındaki uluslar arası çıkarlar' şeklinde nitelendiriyorlar.

Moskova iradesi, Ortadoğu'daki rolünü korumak için Suriye krizini kullanmaya ve uluslararası siyasette Batı'nın ortağı olma görevinin bir parçasını geri kazanmaya çalışıyor. Yani Batı iradesiyle beraber Suriye'nin bölgedeki rolünün önemini ortaya koymak ve durumdan faydalanmak istiyor. Çünkü Suriye'nin gerek İran'ın müttefiki olması gerekse İsrail'e karşı stratejik bir konuma sahip olmasındaki önemi biliyor.

Rusya, Suriye'deki rejimi destekleyerek aynı zamanda Batı'yı kendisiyle masaya oturmadan ve bölgedeki çıkarlarını göz önünde bulundurmadan ne Suriye'nin ne de Ortadoğu'nun geleceği olmayacağına ikna etmeye çalışıyor. ABD ise, katliamların sürmesine çalışarak Suriye'nin savaştan güçsüz bir şekilde çıkmasını bu şekilde ne İsrail'e ne de başka herhangi bir ülkeye gelecekte kafa tutamayacak hale gelmesini istiyor.

Amerika, aynısını Irak'ta uygulamıştı. Bu durumda Rusya'nın bahsi kazanması mümkün gözükmüyor. Çünkü Suriyede'ki rejim nakavt olarak bile düşse, biz rejimden kalan bazılarıyla birleşerek demokrasiye geçiş yapmak zorunda bırakılırız. Bugün Rusya'nın Ortadoğu'daki en büyük müttefiki olan İran ise Batı ile olan çatışmaz. Yani demokratik Suriye ile stratejik ilişkisinin sürdürülmesi şansını kaybetmek istemez.

Şimdiye kadar çatışmayı uzatmak için kasıtlı olarak çalışan Avrupa'ya ve ABD ye gelince, kendilerine karşı bölgede gelişen akımlar karşısında sorunlu bir politika izleyebilirler veya kontrol edemeyecekleri bölünmelere ve kaos ihtimallerine maruz kalabilirler. Çünkü Suriye halkının kanı pahasına da olsa çözümü geciktirmeye çalışması, daha sonra Suriyeli savaşçıları terörle mücadele adı altında birbirine düşürmesi, Suriye halkının ve onların demokratik dönüşümlerinin destekçisi olarak gözüken ama arkasında sadece Suriye'ye değil tüm Ortadoğu'ya hakim olmak isteyen bir ABD ve Avrupa fotoğrafı çıkarıyor.

Bunun karşılığında ise, - halk ulusal kararlarını elde edene kadar- Arap, onur ve hürriyet ayaklanması halklar ve Arap ülkeleri arasındaki iş birliği ve anlayış hareketlerini güçlendirecek. Aynı şekilde tam bağımsızlığın elde edilmesi, çatışmalara ve büyük devletler tarafından paylaşılma planlarına karşı bölgesel rejimlerin yeniden formüle edilmesi için kapıları açacaktır.  Barbar Esad rejiminin ise uluslararası destek olmadan yani bölgede koruyuculuğunu yapan soğuk savaş jeosiyasi ortamın katkısı olmadan ayakta kalması artık imkânsızdır. Suriye diktatör rejimlerden kurtulacak ve kendi kaderini kendisi tayin edecek. Böylelikle, güç haritasının ve bölgedeki dengenin değişmesine etki edecek. Bunun arkasında ise sadece halkın, hala halkının iradesine karşı durabilecek gücü olduğunu zanneden ve tüm dikatatör rejimlere acı bir ders olacak olan Suriye'deki iktidarın çökecek olma umudu ve verdiği mücadelesi yatıyor.

Kaynak: El Cezire
Dünya Bülteni için tercüme eden: Tuba Yıldız