Sürgünün yüzündeki ışıltı

Birgün çıkıp geleceğim

Damarlarımdan ışıltılar saçarak

(…)

Gülle donatacağım

Duvarların üstünü

Her bir pencerenin altında

Şiirler okuduğumda…

Sohrab Sepehri, “Yolda”dan…

Memleket aşırı bir yere gitme konusunda kılı kırk yaranlar, hayatları boyunca adres değiştirmeden aynı mekânda yaşayanlar, dönüşlerin güzelliğine de yabancıdırlar. Kavuşmanın sevinciyle ayrılığın acısını bir yere kadar algılayabilir, hiç adres değiştirmeyenler.

Gidenler, hele gönülsüzce yola çıkanlar ise adım attıkları yöne doğru bilinemezliklerin etkisiyle, bazen geride bıraktıkları dünyada sürdürürler hayatlarını.

Gönülsüzce ama sözlerine sahip çıkmaya devam etmek için yurtlarından ayrılanlar üzerine düşünmeye başlayınca aklıma ilk anda Mehmet Akif, Ali Şeriati, Soljenitsin, Hüseyin Cavid, İmam Humeyni, Hazreti Zeynep, Tarkovski, Medine Gülgün… gibi isimler geliyor; düşündükçe bu liste uzayıp gider. Bu isimler sürgünlerini (ya da sürgüne dönüşen göçlerini) üretmeye devam ederek soyut yeşil bir bahçeye dönüştürmeye çalışmışlar, hüzünlerine yenilmek yerine. Daüssıla, acılı da olsa ürüne besin olabilmiş. Ali Şeriati bir tarafa… O’nun ömrü sürgünün ilk adımlarında nihayete erdi. Vatanından uzakta, dilini çözülmeye götüren sebeplerin ırağında yaşamaya mı dayanamadı, yoksa İngiltere’de dahi sarsıcı konuşmalarını sürdürmesine izin vermek istemeyen SAVAK tarafından mı susturuldu kalbi, bu sorunun cevabını farklı çevreler hâlâ farklı şekillerde veriyorlar.

İran’da devrimin ayak sesleri, Ayetullah Humeyni’nin Ankara’ya (ardından Bursa’ya, sonra Necef’e) sürgününün ardından,  susmaya zorlayan baskılar yüzünden bir bakıma fiili bir emekliliğe mahkûm olan Şeriati’nin vatanından ayrılmasıyla daha sert bir şekilde duyulmaya başlanmış olmalı…

34 yıl önce Şeriati İngiltere’ye gitmek üzere vatanını terk etti. Dönmeye umudu var mıydı, bilmiyorum. Olgunlaşma çağının ürünlerini vermeye yetmedi ömrü. Sürgünde nasıl bir hayatı olurdu, tasavvur etmek zor. Yalnızlık Sözleri’nde sanırım, kendini, ‘Güçlü bir düşünür, iyi bir hatip ama hayat yolunda felçli ve bastonsuz yürüyen bir hasta, aynı zamanda güvenilecek ama sürekli dalgalı bir gerçek’ olarak tasvir etmiştir.

Konuyu bilerek dağıttım, çünkü, sürgüne dayanamayan yüreği anlamaya çalışmak gerek. Sürgüne gitmektense içine kapanmayı yeğlemişti Dr. Jivago, yine de karakter olarak öylesine güçlü ki sunduğu imgeler, yazarının adını geride bırakıyor. Pasternak, gitmeye güç yetiremeyenlerdendi; kahramanı da öyle. Elinden alınan dünyayı zihnen de olsa korumanın derdine takılı kalan Jivago, sevgili Lara’sının bin yüzlü bir spekülatör tarafından bir bilinmezliğe götürülmesine göz yumar; onun iyiliğine olduğuna kendini inandırarak.

Vatanında kalabilmek için yıllarca kalın bir duvara oyulmuş küçük bir hücrede yaşamaya razı olanlar da var; Amerika Irak’ı işgal ettiğinde gazetelere yansımıştı böyle haberler. Gannuşi’nin Tunus’a dönüşü, Seyyid Kutup’un  ideallerinin Mısır sokaklarında dalgalanan kelimeleriyle dönüşü… Kolay mı oluyor sanki bu dönüşler; öncesinde canlar gidiyor, hayatlar parçalanıyor, gelecek tasavvurları bölük pörçük oluyor…  Mehmet Akif gönüllü sürgününden hastalıkla, ama İstanbul’da öleceğinin sevinciyle dönmüştü.

Cem Karaca da ne güzel dönmüştü… Ve Ayetullah Humeyni! Devrime katılan kalabalıklar onu çiçeklerle marşlarla gözyaşlarıyla karşıladı, Tahran’da. Şimdilerde devrimin 32. yıldönümü kutlanırken, Tahran caddelerinde onun Paris dönüşü Fransız pilotun yardımıyla uçağın merdivenlerinden inişini gösteren fotoğrafı adım başı karşınıza çıkıyor. Dönüşün güzelliği, Humeyni’nin Hakkın rızasını kazanma aşkından bağımsız olmayan halkına duyduğu sevgi ve saygıda ışıldıyordu. O nedenle de devrim yolunda  halkın rızası olmadan hiçbir sağlam adım atılamayacağını her fırsatta dillendirdi. “Sana feda canımız”, diyenlere, “ben Şah değilim, kimse Allah’ın bağışladığı canı bana feda etmesin” şeklinde karşılıklar verdi.

Muhalif sürgüne giderken diktatör daha rahat bir kalple yerleşmiyor tahtına. Bavul hazırlığını, para transferini sürdürüyor. Alevler çatıyı sararken gitmeye hazırlanma sahnelerinden en erken yaşananı, diktatör eşlerinin sunduğu yangından mal kaçırıyor olma görüntüsüdür.

Sürgün yasına teslim olmayan bilincin mutluluğu ise hiçbir zaman hayal edildiği şekilde gerçekleşmiyor. Asla dönemeyecek olanların emanetleri yüzünden hiçbir şey dışarıdan görüldüğü gibi şimşek hızıyla yaşanmıyor. Kalpler durmasa da yoruluyor, kırılıyor. Kalpler bir turna kanadı misali çırpınıyor, sürgün sebeplerini anlamayı sürdürmeye.  Sabrı şükürle meczeden bir iman; sürgünün yüzünden eksilmeyen ışıltının sebebi. Elmalılı Hamdi Yazır olsa, bir de “ıstıfa” derdi Al-i İmran Suresi’nin ayetlerine atfen; “ıstıfa”, yani süzme, seçme, saflaştırma.

Diktatörün yıllara yayılan kaçışı gibi olmasa da  sürgün gönderildiği, sığınmaya zorunlu kaldığı beldede ilk gününden itibaren  kelimeleriyle dokuduğu  uçan halısıyla sabah akşam ülkesine dönmeyi sürdürüyor.