Süreyya

 

        İnsanın ebedi aleme intikal etmiş bir arkadaşının arkasından bir yazı yazması, bir konuşma yapması o kadar da kolay değil. Bir insanı ne kadar tanırsanız tanıyın, yanlış anlamış ve yanlış aktarıyor olabilirsiniz. Süreyya söz konusu olduğunda bu sorun ağırlığını yitiriyor gibi görünüyor zahirde. O içi dışı bir, düşündüklerini saklamadan dile getiren yanıyla herkesçe kolay anlaşılır bir kişiliğe sahip görünse de sınırları olan biriydi. Çok fazla insanla muhatap oluyordu. Sanki sürekli kalabalıkların arasındaydı İnsanların meselelerine çözüm yolları aramayı her zaman bilimsel toplantılara yeğlediği söylenebilir. 

       Onu ilk tanıdığımda otobüsle Bakırköy'de bir evde gerçekleşecek olan bir tefsir toplantısına giden bir grubun arasındaydı. Yıl 1980 olabilir. Kılık kıyafetinin yalınlığıyla dikkatimi çekmişti. Her zaman fetva sorulmak üzere aranan bir alim olan Sadrettin Hoca'nın kızı Süreyya Yüksel, hurafelerle bulandırılan İslami inançların halka doğru bir şekilde aktarılması konusunda sorumluluk duyan gönüllü vaizelerden biriydi. Sonraki yıllarda da Sabiha Ünlü ile birlikte batıl inançları ve hurafeleri İslami inançlardan ayıklamaya dönük çalışmalarıyla dikkatimi çekmeye devam etti. Konuşulan kitlelerle ilişkilerinde hiyerarşik değil de diyolojik, yüz yüze bir öğrenme yöntemini benimseyen vaizeleri 'yeni vaizeler' olarak adlandırmıştım bir yazımda. Süreyya alışılmış anlamda bir vaize değildi kesinlikle. Bağlamı dikkate alarak konuşuyordu her şeyden önce. Yaşadığı zaman ve mekanın önemli gündem başlıklarının farkındaydı. 


       80'lerin ilk yarısı yoğun okumalar dönemiydi. İkinci yarısı ise sonraki yıllarda Türkiye'nin kültür ve siyaset iklimini etkileyecek panellerle geçti sanki. Süreyya yayınlanan kitaplardan bir şekilde haberdar olur ve bunların arasında okunması gerekene ulaşırdı. İslamiyet merkezli okumalar yapardı. Fakat sanat ve edebiyattan da anlar ve bu alanlardaki yeni dalgaları  takip ederdi. Moda akımları tezlikle farkeder ve onları yerli yerince değerlendirmeye çalışırdı.    Son yıllarında Risale-i Nur okumalarına ağırlık vermişti. Tefsir dersi verdiği için, bu alandaki okumalarını önceliyordu.  Düşünür yanıyla ise öğrendiklerini yeniden yorumlamaktan geri durmuyordu. Vitrin insanı değil, mânâ insanıydı. Her zaman doğrudan doğruya insanın gündelik meseleleri bağlamındaki sorunlarını çözme çabasını yeğlediği izlenimini vermiştir bana. 


       Panellerde konuşmacıların kendisine tutarsız gelen açıklamalarına yönelttiği eleştirilerle dikkat çekerdi. Bu açıdan medeni cesaret sahibiydi. Değerler söz konusu olduğunda dengeleri gözetmeyi öncelemekten kaçınırdı. Eleştirel bakışıyla sıyrılıyordu içinde bulunduğu topluluktan. İki yüzlü, dinsel bayram ve mekanlarla sınırlı tutulan bir din anlayışının Müslüman toplumlarda oluşturduğu kişilik kaymalarını ve bölünmelerini analize tabi tutuyordu. Şefaat, velayet, türbe kültürü gibi konularda da eleştirilerini sürdürüyordu. Kul, Allah'la ilişkisini kendisine kutsallık atfeden veya bu şekilde bir atıfa açık olan kişilikler üzerinden geliştirmemeliydi. 


       Kadın olarak da farklıydı. Rutin ev hayatının dışındaydı. Bu anlamda yersiz yurtsuz bir duruşu olduğu söylenilebilir. Her an gidilmesi gereken bir etkinliğe, anlamlı bir toplantıya katılabilirmiş gibi yaşardı. Müslüman kadın olarak alternatif bir varoluşu temsil ediyordu. İlkeli ve ihtiyatlıydı. Heyecanlı ve coşkuluydu. Günah ya da şirk konusundaki tepkisi, şu temel yargısının da ifadesiydi: Öğretilmiş ya da keşfedilmiş dinsel bilgi ve bilince rağmen 60 veya 70 yıllık bir ömürle sınırlı olamazdı hayat. Sınav hep sürüyordu. Sürekli sınavlardan oluşan bu hayatı Peygamberimizin bir hadis-i şerifinde dile getirdiği gibi, bir ağacın altında dinlenip de yola çıkmaya hazırlanan bir yolcunun ruh haliyle yaşayabilmeliydik. 


       Onunla 80'lerin ikinci yarısında yeniden karşılaştığımda, Ehli Suffa diye çağrılan bir tür sivil toplum kurumu denilebilecek bir oluşumla ilgili çalışmaların içindeydi. Başörtülü kadınların cemaat çalışmalarından kamusal alana yöneldiği yıllar... Sokakta kalan, evinden kovulmuş, yersiz yurtsuzlaşmış kadınların ve genç kızların uğradığı bir geçiş alanı gibiydi Suffa.
Suffa ya da Ehl-i Suffa, bir yanıyla Hazret-i Muhammed'in (Selam üzerine olsun) evinin bitişiğindeki yoksulların, yolcuların, yoksul bilginlerin himaye edildiği mekânı; diğer yanıyla ise Miladi 1000'li yıllarda İslam dünyasında yaygınlık kazanan bir tür kadın sığınma evi-okulu olarak işlev gören Ribatü'l Bağdadiyyeler'i hatırlatıyor. (Ahmet Ağırakça'nın tespitlerine göre bu ribatların bir versiyonu, Mısır'da Eyyubilerin bir kolu olarak saltanat süren hükümdarlardan Melik Zahir'in kızı Tezkar Bay Hatun tarafından 13. yüzyılın sonlarına doğru kadınlar için bir eğitim ve sığınma mekânı olarak yeniden kurulmuştur. Fatma Aliye de "İslam Kadınları" isimli eserinde bu ilginç kurumlar, Ribatü'l Bağdadiyeler'den söz eder.)


       İşte, kapısı bilgiye susamış kadınlar kadar sokakta kalmış muhtaç kadınlara da açık olan bu  20. Yüzyılın son çeyreğinde yapılanmış olan Suffa'da Süreyya, yazar Sabiha Ünlü ve çalışmalarını destekleyen arkadaşlarıyla birlikte, sesini duyurabildiği her kesimden kadına yönelik olarak hurafelerden arındırılmış bir dini bilinç kazanımı için çalışmalar yapıyordu. Geleneksel İslam'a mal edilse de aslında her türlü avami dini inanış içinde kendine yer bulabilecek, meselâ "türbelere bez bağlayarak dileğini Yaratan'a iletme" gibi bir örnekte somutlaşan inanç alışkanlıkları, bu çalışmalarda eleştirilere konu oluyordu. 


       Kolektivizmden bireyciliğe, cemaat alanından kamusal alana savrulmaların yaşanıldığı yıllar... 1990'da Fatih'te Sabiha Ünlü'nün, Halime Uyulan'ın ve Hasibe Turan'ın da katkılarıyla gerçekleşen "Türkiyem Türkiyem" başlıklı kadın şenliğinin programı, bir değişimin ipuçlarını vermekteydi. Başlıca amacını kitap okuyarak ve "halka yakınlaşarak" bilinçlenme olarak belirlemiş olan bir kuşak için, ilk kez "dantel örme" gibi tanıdık bildik kadın becerilerine açılan bir kadın programıydı bu düzenlenen. Bu şenlikle birlikte dantel İslamcı kadınların dünyasına geri dönüş yapmış, şiir, tiyatro, şarkı, resim gibi sanatlar da yeni bir görüyle ciddiye alınmaya başlanmıştı. (Evdeki üretimin bu yıllarda bütün Türkiye'de kamusal bir onay ve takdir gördükten sonra yeniden geçer akçe olmaya çalıştığı da söylenebilir.)

       Süreyya aynı zamanda sanatçı bir duyarlılığa da sahipti. Bazen bir hikayemi okuduğu ve eleştirdiği olurdu. Tiyatroya özel bir ilgisi vardı. Amatör tiyatro gruplarıyla özellikle Filistin, Afganistan gibi coğrafyalarda yaşanan acıları ve kendi ülkemizdeki gündelik hayatta mevcut olan anlam kaymalarını konu alan oyunlar hazırlardı. Hikaye anlatma yeteneğine de sahipti.

       Bu hikaye anlatma yeteneğini kendisini yetiştiren teyzesinden almış olabilir.

       Kavrama yeteneği ayrıca hatırlamaya değer. İnsanları kolaylıkla tanır, fakat zaafları nedeniyle onları hayatının dışında tutmazdı. Kendi kişiliğine  karşı da eleştireldi ayrıca. Derinlerindeki çocuktan ya da nahif genç kızdan söz etmeyi severdi. Geçen yıllar içinde değişme cesaretini gösterdi üstelik. Kadınlık algılarının tanımı ve eleştirisi bağlamında bir değişmeydi bu. Sosyal aktör olarak geliştirdiği kişiliğini bir yerde doğal özellikleriyle buluşturan bir uzlaşmayı gerçekleştirmeyi başardı. Feodal bir toplum yapısından geliyordu. Dinsel bilincin feodal örüntülerle meczolduğu bir yapıydı bu muhtemelen. Buna karşılık bir ölçüde ailesinde mevcut olan ilkelerin öncelendiği dinsel anlayışın etkisiyle ataerkil dil ve kültür yapısını sorgulayabildiği bir dünya görüşü edinmeyi başarmıştı.


       "Süreyya'nın bahsi geçtiğinde aklıma bir prenses geliyor aynı zamanda. Bitlis yıllarında, gözleri görmeyen fakat güçlü bir kişiliğe sahip bir teyze tarafından büyük bir özenle büyütülmüş saygın bir ailenin nazlı kızı, çok az Türkçe bilerek geldiği İstanbul'da karşılaştığı zorlukların üstesinden gelmenin yolunu 'dua'yla birlikte insanların yardımına koşmakta bulmuştu.

       O soylu kişiliğini gizlemeyi bir görev bilirmiş gibi davransa da içinde gizlediği prenses zaman zaman varlığını ele geçiriyordu.

       Ablam Hülya Aktaş'la birlikte umreye gitmişlerdi. "Onu oraya çok yakıştırmıştım", diye vurgular ablam hep. "Süreyya Kâbe'nin öz kızı gibiydi."

       Onu Yasin Suresi'nde bahsi geçen "Şehrin en uzak köşesinden koşarak gelen" tebliğciye benzetiyorum. Her an yola çıkabilirdi, o denli hafif ve yükten arınmıştı.

       Aceleci ve telaşlıydı. Ölmek için de acele etti.  Hasta yatağında arkadaşlarının gösterdiği ilgiden fazlasıyla etkilendiği söylenebilir. 

       Ölümü, üç yıl önce bu tarihlerde bir yıldızın kayışı gibi gerçekleşti. Hızla, aceleyle kayarken yerine ışığını bırakan bir yıldız gibi görünüyor vefatı, bulunduğumuz andan bakarken. O nedenle de hâlâ aramızda... Rahmetle anıyoruz…