ramazan günü, meydanda, kalabalığa konuşan, vaaz eden ekabirden hoca efendiler…
vaaz u nasihatin nihayetinde, sekeneden birileri, dinleyenler arasında, gerilerde duran, ufarak beden yapılı, halim–selim, 40–50 yaşlarında birini, kaş–gözle işaret ederek hocafendilere fısıldar.
başhoca mevkiindeki iri cüsseli, kara sakallı, gür ve çatık kaşlısı, amirane bir işaret ve ünleme ile onu çağırır.
der: «ilim irfanca buralarda bilinirmişsin… sohbetimize uzaktan kulak misafiri oldun; bir nükde, bir sual, bir mes'ele tevdi eylemedin?!»
o, cevaben der:
«efendim; ola ki, nâkıs ve nâkemal aklımdan, siz kümmelinin yüksekliğinize, mükemmel anlayışınıza, zuhûrat-ı muazzamadan kabullerinize hoş gelmeyecek; sizi kızdırıp aleyhime olacak bir lakırdı inip çıkıverir ağzımdan, hışmınıza uğrarım, diye; yeryüzünde koruyucum, kalkanım, zırhım olacak mal–mülk, adam ve evladım ve ıyalim bulunmadığından.. kalbimi söz söylemeğe zayıfladıp dilimi bağlamakla, her dönüşümün sahibi allah beni muhafaza etdi. şükürler olsun sükût sarayının sahibine… onun bu lutfuna… beni sükût balıyla doyuruşuna...»
***
bu hâl'in devamı olur mu?
ya'ni, hocaefendiler ne demiş(dir)?
bu hâl'in devamı olur, elbet.
bu devam, orucdur ve ağzı olan yer...
oruc yenir mi?
ağzı olan yer, kardeşim, ağzı olan, yer.
yer'in bile ağzı var, seni yediğinde göreceksin bunu.
bunu görmeden, oruc yiyen bir ağız edin kendine.
sükût balının tadına varan bir ağız...
***
haydi, haddi aşmak bahasına, serhoşca bir lakırdı edeyim: kaç çeşit ağız vardır?
bak kendine...
kendindeki ağızları görebilsen, bilemem ne olursun; ama, eğer sana zorla gösterirlerse, ödün patlar ve ölürsün; mecburen ölürsün, vesselâm...