Sudan'da reform dönemi geçti ve devrim saati mi geldi?

90'lı yılların başında 'Sudan'da devrim ve siyasal reform' kitabımın yayınlanmasından yaklaşık iki ay sonra bir Avrupa başkentinde Afrika kıtasının liderlerinden biriyle karşılaştım. Konuşmamızda söz Etiyopya ve Eritre'deki devrimlere geldi. Bu anlamda Afrikalı lider, Etyopya'da birkaç devrimin meydana gelmesinden sonra uzun bir müddet Mengistu Haile Mariam rejimiyle diyalog kurmak için ciddi bir şekilde çabaladıklarını ve ondan gelecek herhangi bir görüşme talebine hemen cevap vereceklerini hatta böyle bir çağrıyı zafer olarak kabul ettiklerini söyledi. Ancak Etiyopya diktatörü yüz çevirdi ve salt diyalog fikrini bile reddetti. Mengistu'nun inatçı kibri devrimciler peş peşe zaferler kazanıp başkent Adisababa'nın kapılarına dayanıncaya kadar devam etti. Tam bu noktada Mengistu görüşme yapmak için bir aracı gönderdi! Devrimciler olumlu cevap vermeyince devreye ABD girdi ve Etyopya'yı terk etmesini ve yetkilerini nispeten daha ılımlı olan başbakanına devretmesini dayattı. Amerikanın bu tasarrufunun hedefi tarihi olarak Amhara etnik hegemonyasına dayalı eski sitemin iskeletini korumak ve en az hasarla değişimi gerçekleştirmekti. Ancak devrimciler Amerika'nın yeni hükümetle Londra'da görüşme teklifini reddettiler ve üç hafta içinde alternatif hükümeti düşürdüler.

Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih'in muhalefetin talep ettiklerinden hatta hayal ettiklerinden kat kat fazlasını verdiği planını dinlerken bu olay aklıma geldi. Uzun yıllar boyunca muhalefetin en ileri talebi iktidar partisinin baskısının hafifletilmesi ve şaibesiz seçimlere izin verilmesiydi. Ancak başkan ve partisi geçen yıl bu talepleri daha da ulaşılması zor hale getirmek için kanuni ve anayasal değişiklikler yapmada ısrar etti. Halk devriminin patlak vermesinden sonra devlet başkanı daha önce kulak tıkadığı muhalefetle diyalogu dillendirmeye başladı. Sonra tekrar devlet bakanlığına aday olmayacağından başlayarak görevi oğluna devretmeyeceğine (bunu planladığını itiraf ederek) kadar peş peşe tavizler vermeye başladı. Son olarak, devlet başkanının yetkilerinin sınırlandırılmasıyla birlikte

parlamenter cumhuriyet yönünde anayasal değişiklik planını açıkladı. Anayasa değişiklikleri ve seçimleri yapacak milli uzlaşı hükümeti de bu kapsamdaydı.

Muhalefet ve sokak, devlet başkanının hemen istifası talebinde ısrar ederek bütün bu önemli planları reddetti. Bu aynı zamanda diğer Arap hükümetlerinin de durumuydu. Mesela Bahreyn; muhalefetin talepleri uzun süre 1975 yılında askıya alınan anayasanın tekrar yürürlüğe girmesi ile sınırlıydı. Ancak taleplerin seviyesi gerçek bir demokrasinin kurulması seviyesine yükseldi, hatta bazıları cumhuriyet rejimi kurulması ve krallık ailesinin gönderilmesini dillendirmeye başladı. Libya, Tunus ve Mısır'da da durum bu şekildeydi. Bugün Suriye, Suudi Arabistan ve Kuveyt'te de böyle... Ancak Tunus, Mısır ve Libya'daki olaylar hızlı bir şekilde reform taleplerinin ötesine geçti. Kitleler ve siyasi güçler sistemi yıkmakla sonuçlanacak şümullü bir devrimden başkasını kabul etmez hale geldi.

Yukarıda zikrettiklerimiz herhangi bir reform çabasında zamanlama unsurunun önemini vurguluyor. Burada önemli bir soru soralım: Bu anlamda Sudan nerede duruyor. Sistem hala reformları yürütebilecek bir pozisyonda mı? Yoksa bu merhale geçti ve kabul edilebilir reform için alan kalmadı mı?

Bana ulaşan ya da basılı ve elektronik gazetelerde yayınlanan ve Sudan'da reform talep eden yorumlarda ağırlıklı akım, Sudan rejiminin reform niyeti ve kabiliyetinin olmadığı ve her halükarda reform vaktinin geçtiği çünkü köklü ve devrimci bir değişimin kaçınılmaz biçimde yolda olduğunu söyleyen akımdı. Öte yandan hala sistem içerisinden değişik düzey ve heyecanda acil ve önemli reformlar çağrısı yapan sesler yükselmektedir.

Kişisel değerlendirmeme gelince; sistemin kendisini ıslah etme gücü ile ilgili beklentim sürekli bir biçimde azalmakta, hatta sıfıra yaklaşmaktadır. Burada şunu hatırlatmakta yarar var: Biz 1995 yılında 'Sudan'da devrim ve siyasal reform' kitabını yazarak açık bir şekilde reform çağırısı yapmaya başladığımızda, bunun öncesinde var olan iç diyalog kanalları yoluyla anlamlı bir değişimin gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı ve yönetimi elinde tutanların durumun önemini kavrayamadıkları ya da sürecin hatasını kabullenmedikleri noktasına varmıştık. Bundan dolayı katkıda bulunma çabası içerisindeki daha çok sayıdaki vatandaşın tartışmaya katkıda bulunmasını sağlamak ve dolayısıyla reform yönünde baskı yapmak için diyalog dairesini genişletmeyi kararlaştırdık.

O zamanlar şunu söylemiştik: Sudan'ın çağdaş tecrübeleri ve halihazırdaki tehditler ışığında ülkeyi doğru istikamete koyacak herhangi bir proje sonuç itibariyle demokratik olmalıdır ve bu temel üzerinde program yürütmeyen hiçbir siyasi hareketin geleceği yoktur. Ancak o zamanlar partilerin kapatılması, İslami hareketin bastırılması ve aşırı bir biçimde devlet aygıtına ve güvenliğe yaslanma politikaları uygulandı. Bunların hepsi ülkeyi yanlış yöne götürüyordu. Güney sorununun çağdaş devlet temellerinde çözülmesi, ekonomik reformlar ve yargı bağımsızlığı için hızlı ve kararlı bir şekilde harekete geçilmesini talep ettik. Aynı şekilde bazı siyasi güçlerin Sudan'ın sorunlarının barışçıl çözümü için sundukları plandan yüz çevrilmesini eleştirmiştik.

Bu merhalede reform alanının hala açık olduğunu görüyorduk. O zamanlar krizin çözümünü hedefleyen (özellikle de güneydeki savaşın sona ermesi için) birçok plan ortaya atmıştık. Zamanla konjonktür daha da karmaşık bir hal aldı. Ve birkaç olumlu gelişme yaşanmasına rağmen reform çağrılarına cevap alma ümidi giderek zayıflamaya başladı. Mesela 1979'da güneydeki gruplarla imzalanan kısmi barış anlaşması ve bunun mucibince (en azından kağıt üzerinde) bölgesel yönetim, kendi geleceğini kararlaştırma ve yönetime ortak olma gibi Güneyin önemli bütün taleplerine cevap verilmesi bu olumlu gelişmelere örnektir. Bu anlaşma temelinde anayasa 1998 yılında özellikle de basında ve siyasal alanda hürriyetlere daha fazla yer verecek şekilde yeniden yazıldı. 1999 yılında Ümmet Partisi'yle Cibuti anlaşması imzalandı. Aynı yıl petrol ihracatı başladı. Bu gelişmenin geri kalmış bölgelerde gelişimi hızlandırması ve vatandaşlara hizmetlerin iyileştirilmesine yol açması beklenirdi. 1999'da yönetimin en üst düzeyinde yaşanan bölünmelerin özellikle özgürlükler alanında olumsuz etkileri oldu. Ancak Sudanın dış ilişkilerinde açılıma yol açtı. Güneyde barış planının açıklanmasına, 2002'de Maşaksu ve daha sonra 2005'te Nafaşa anlaşmalarının imzalanmasına yol açtı.

Bu anlaşmalar bütün eksiklerine rağmen arzulanan reform yolunda önemli kazanımlardı. Özellikle Ümmet partisi ve sonrasında Demokratik Birlik ile imzalanan anlaşmalar... Daha sonra 2006 yılında Darfurla ilgili Abuja Anlaşması son olarak da doğudaki barış anlaşması... Bu anlaşmaların çatısı altında Sudan halkı ilk kez razı oldukları bir siyasi sistem etrafında toplandı. Bu uzlaşı, eğer tam olarak uyulsaydı ülkenin birliğini koruyan, bütün bölümlerinde adaleti gerçekleştiren istikrarlı bir demokratik sistemle ilk defa ülkeyi selamete çıkaracak potansiyeli taşıyordu. Ancak fiiliyatta siyasi güçler arasındaki çatışma devam etti, ilişkiler kötüleşti, Darfur'da savaş yeniden başladı, siyasi güçlerin çoğunluğu seçimleri boykot etti ve katılanlar da hilelerden şikâyet ettiler. Son olarak da Güneyin ayrılması, hükümetle muhalefetin arasındaki ilişkilerin çıkmaz sokağa girmesine neden oldu.

Bütün bu uyarıcı işaretlere rağmen krizin devam etmesi konusunda taraflar birbirini suçluyor. Ancak ne olursa olsun son tahlilde sorumluluk yönetimi elinde bulunduranların üzerindedir. Bu durumda sorumlular Ulusal Kongre Partisi'nin liderleridir. Çünkü sonuçta krizi çözmek, yönetimi elinde bulunduranların işidir. Bizim kanaatimize göre problemin sebebi uygulanan yöntemdir. Bu ise, yönetimin tamamen komplocu bir zihin taşıyan küçük bir topluluğun tekelinde olmasıdır. Bunların içerisinde iktidar partisinin 'lider' ve yardımcıları da vardır. Diğer siyasi güçlere sundukları her hangi bir tavizde ondan bu tekellerine dokunmamasını bekliyorlar.

Ancak iktidara bu şekilde yapışma, halk tabanının genişleyerek güçlenmesini ve kitlelerin politikalarını ve liderlerini desteklemesini sağlamıyor. Tam tersi oluyor. Partinin kendi içerisine daha çok kapandığını görüyoruz. Bunun yanında İslamcılar arasında bile desteğinin gerilediğini görüyoruz. Yönetimin artan bir şekilde güvenlik uygulamalarına dayanması, sürekli olarak ittifak ve taahhütlere sığınması yirmi iki yıllık tekelden sonra yönetimin krizinin hafiflemek yerine gittikçe derinleştiğine işaret etmektedir. Yönetimde bu denli uzun kalındıktan sonra beklenen olumlu işaretlerin, geniş halk kitlelerinin desteğini alması, yönetimin meşruluğunu pekiştirmesi ve olağanüstü her hangi bir güvenlik tedbirini ortadan kaldırması gerekir. Ama eğer tersi gerçekleşirse bu inişe geçişin bir kanıtıdır.

Daha önce birçok platformda birçok konuşmamda rejimin gerekli ölçüde reforma cevap vermesi konusundaki ümitsizliğimi dile getirdim ve "durumların şu haliyle devamının mümkün olmamasından dolayı köklü değişim kaçınılmaz hale geldi." dedim. Bu sonuca uzun yıllar nasihat, diyalog, teşvik ve proje şeklinde süren reform mücadelemizden ve daha fazlasını yapacak alan kalmamasından sonra vardık. Bunun üzerine çoklarının, aksini gösteren bütün delillere (Biz de bunları kabul ediyorduk ve bunlara ilk dikkat çekenlerdendik) rağmen reform çağrıları yapmamdaki ısrarı sorgulayan yorumlar meşru yorumlardır. Bunları söyleyenler adeta bazı sebt ehlinin öğüt verenlere söyledikleri söylemi tekrar ediyorlar: "Niçin Allahın helak edeceği ya da şiddetli bir azaba uğratacağı kavme vazediyorsunuz?" Tabii bizim cevabımız, Allah'ın kendilerini başarılı kıldığı gibi bizi de başarılı kılmasını temenni ettiğimiz kişilerin cevabı oldu: "Rabbimize sunacağımız bir mazeret olması için. Kim bilir belki de onlar dönerler." (Kuran-ı Kerim Araf suresi 164. ayet)

Daha önceleri rahmetli arkadaşımız Tayyip Salih sistemin başında akıllılar da var ama daha çok meczuplar var, demişti. Onlardan hangisiyle daha önce yüzleşeceğini bilmiyordu. Maalesef uzun süre galibiyet ikinci sınıfın elindeydi. Ancak biz sistemin destekçilerinin az olan akil adamlarının görüşlerine kulak vermesini ve gelen tsunaminin iki kesimi de alıp götürmeden durumlarını düzeltmelerini temenni ediyoruz. Eğer reform yapma gücü olanlar harekete geçmezse, iki durum bizi endişeye sevk ediyor: İlki ülkenin Libya ve Somali senaryoları arasında gidip gelmesi, ülkemizin yıkıma maruz kalması, parçalanması ve yıkımın yaygınlaşması. İkincisi ise dinin cevaz vermediği uygulamalardan dolayı islamın imajının çarpıtılmaya maruz kalması. Bu, şimdiki durumun devamının İslam'a karşı olduğunu ortaya koyuyor. Ve onun muhtemel yıkılışı bütün İslami yönelimler için büyük bir gerileme olacak. Çünkü kamuoyu nezdinde İslamcıların bütün sembolleri bu kötü uygulamalarla ilişkilendirildi.

Dolayısıyla diğerlerinden önce sistemin İslamcı destekçileri reform için harekete geçmeli ve saflarını yolsuzluk yapan, büyük hatalar irtikâp etmiş olanlardan temizlemelidirler. Kendilerini İslam davetçisi olarak vasıflandıranlar bırakın Müslümanları; kafirler, müşrikler, fasıklar ve isyankarların indinde bile kötü karşılanan işlerle anıldığı bir durumda işleri nasıl doğru yapabilirler ki?

Bunu yapmazlarsa uğradıkları cezadan dolayı sadece kendilerini kınamalıdırlar. Zalimler ve onlara yaslananlar için ahiretteki azap daha şiddetli ve kalıcıdır.

Kaynak: El Kuds'ül Arabi

Dünya Bülteni için çeviren Metin Ünlü