Suçlular korunmalı mı?


"Medine Vesikası"nda bir madde var:
 "Hangi kabileden olursa olsunlar, suçlular korunmayacaktır!"
  Bunun İslam'ın ahlak ve hukuk anlayışında temel bir ilke olduğunu biliyoruz. Bunu hatırlatmamın bir sebebi var:
      Uzun zamandır Almanya'da görülmekte olan Deniz Feneri e.V davası bugün (17 eylül) sonuçlandı, üç kişi çeşitli cezalara çarptırıldı. Böylelikle mahkeme, ortada bir suç olduğunu tespit etmiş oldu. Toplanan 44 milyon euro civarındaki paranın yaklaşık 17 milyonu Türkiye'ye usulsüz olarak getirilmiş, uygunsuz yerlerde kullanılmış, amaç dışı kuruluşlara aktarılmış.
      Alman hakimin iddiasına göre, bütün bu yapılanlar Türkiye'den yönetiliyor. Yani eğer hakime inanmak icap ederse, dolandırıcılık veya yolsuzluğun asıl büyük ayağı Türkiye'de. Şimdi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlatmış durumda. İçişleri Bakanlığı'nın da konuyu gündemine aldığı haberleri geliyor. Demek ki, dava bu kadarıyla da kapanmış değil, yeni bir yargı sürecini hep birlikte takip edeceğiz.
      Peki, bundan neyi anlamak gerekir?
      Önümüzde birkaç seçenek var: "Böyle bir suç yok mu diyeceğiz?", yoksa bazı zeki yazarların yaptığı gibi "Siz davaya bakmayın, Alman hükümeti Türkiye'nin iç siyasetine müdahale etmek, AK Parti iktidarını zor duruma düşürmek için kendi adalet sistemini kullanıyor" mu diye kendimizi mi rahatlatacağız? Ya da "Ergenekon gibi ciddi bir konu var, bu konuyu gündemden düşürmek isteyenler Deniz Feneri davasını ortaya attılar" deyip konunun özüyle ilgilenmeyecek miyiz?
      Son şıkkı büsbütün yabana atmamak lazım. Benim de şahsi kanaatime göre, Deniz Feneri'nin Ergenekon davasıyla uzak mesafeden bir ilişkisi var. Bu, uzun zamandır Ergenekon'u görmeyen "malum medya" için iyi bir fırsat oldu. Peki, Alman mahkemesi hiç yoktan mı ceza verdi? Suçsuz insanlara mı hapis cezası kesti? Tabii ki hayır.
      Prensip olarak bütün sanıklar masumdur. Mahkeme suçu sabit görmedikçe suç fiilinden bahsedilemez. Ancak Deniz Feneri e.V olayında mahkeme suçu sabit bulmuştur, mahkeme ceza vermeseydi bile ortada itiraflar da vardır.
      O zaman, yukarıda zikrettiğimiz prensibe dönmemiz gerekir:
    "Hangi kabileden olurlarsa olsunlar, suçlular korunmayacaktır." Buradaki "kabile" terimini siyasi görüş, dindaş, soydaş, ırktaş, vatandaş, arkadaş, aile ferdi, akraba vs. anlayabiliriz. Fark etmez. Aslolan şahıslar ve şahısların bize yakınlık dereceleri değil, hukuk tarafından suç olarak tanımlanmış bir fiilin işlenip işlenmediği, suç teşkil eden fiilini subutiyeti. Bu fiili her kim işlemiş olursa olsun, suçludur ve suçu sadece mahkemeler tespit eder.
      Biz Müslümanlar, bazen farkında olmadan bazen iyi niyetle büyük yanlışlıklar, hatalar yapıyoruz. Bize kaybettiren en büyük sebep de budur. "Geçmişte kol kırılır yen içinde kalır" diyor, her pisliğin üstünü örtüyorduk. "Bu bizim mahalledendir" deniyordu. Hamdolsun bugün denmiyor. Çünkü kırılan hep mazlumların ve yoksulların kolu oldu. Mademki Allah'ın Rasulü (s.a.), "Kızım Fatıma dahi olsan, seni kurtaramam" buyuruyor, toplanan yardımları çeşitli kuruluşlara aktaranları, ceplere indirenleri kurtarmak da bizim işimiz değil. Yaşadıklarımızdan yeterince ibret almamız gerekmez mi? "İslami müesseselerimiz olsun" diye yüzüklerini, bileziklerini veren oldu, o müesseseler şimdi şahısların mülkiyetinde.
      Bir başka husus, bu bir travmaya yol açacak. İnsanlar, dindar insanlara, Allah, din, hayır diyenlere güvenlerini kaybediyor. Kime güveneceklerini şaşırıyorlar. Müslümanların en büyük sermayeleri "dürüstlükleri" değil miydi. Hz. Peygamber (s.a)'in Mekke'deki sıfatı "Es Sadıku'emin (doğru ve güvenilir)" idi. Bu sıfatı kirletmeye kimin hakkı var?
      Bu gibi yolsuzluk ve suistimallerde maalesef yaşla ile kuru bir arada yanıyor. İhlas Holding skandalında, düzgün çalışan diğer finans kuruluşları zora girdi, neredeyse kapanma noktasına geldiler. Sahtekarlık yapan birkaç holding diğer temiz çalışanları da zan altında soktu. Şimdi aynı olay hiç kusuru, suçu olmayan, düzgün çalışan diğer yardım ve hayır kuruluşlarını da ciddi olarak etkileyecek. Buna kimin hakkı var?