Suçlu Hıristiyan'ın dini bilinçaltı (2)

“Baba-oğul”, tanrıça veya “tanrı-ana” ile üçleme (teslis) inancının herhangi bir hakikat değeri ve akli bir temeli yoksa bilinmesi gereken gerçek şu ki, Hz. İsa, kendisinden önce gelen binlerce peygamber gibi bir peygamber, Allah’ın bir elçisidir. Annesi Meryem dosdoğru bir kadındı, iffet sahibiydi, tertemizdi, Rabbi olan Allah’a derin bir sadakat içinde yaşıyordu. İsa ve Meryem de diğer insanlar gibi acıkır, susardı; bu yüzden yemek yer, su içerlerdi. Maddi tabiatın şartlarına bağımlı yaşıyorlardı. Eğer onlarda ilahlık/tanrıçalık vasfı bulunsaydı en azından bunlara ihtiyaç hissetmezlerdi.

       Hal buyken ve yüce Allah son vahyle işin hakikatini, doğrusunu öğretiyorken, Hıristiyanların kadim pagan inançlarda diretmesinin manası yoktur. Diretiyorlarsa, yani Hz. İsa ve Meryem’e ilahlık atfediyorlarsa hakikate sırtlarını dönüyorlar, yalan söylüyorlar, gerçeğin kendisini tahrif ve suistimal ediyorlar demektir.

      Maide suresinin 76. ayeti, Hz. İsa ve annesinin beşer olmaları itibariyle kendilerinden kaynaklanan bir güçleri olmadığına göndermede bulunmaktadır. İsa ve Meryem, her neye sahip olmuşlarsa, hepsi Allah’tandır. Hz. İsa, diğer çocuklar gibi annesinin karnında dokuz ay beklemiş, vakti gelince ilahi sünnete göre doğmuştur. Ölüleri diriltmiş, körlerin gözünü açmış, cüzzamlıları iyileştirmiştir, ama Allah ona bu mucizeleri gösterme lütfunu ihsan etmeseydi, beşer olarak bunları yapabilir miydi? Elbette hayır. O halde acıkan, susayan, tabiatın maddi şartlarından etkilenen ve bunları üzerinden def’etmeye gücü yetmeyen bir beşeri ilahlaştırıp onu Tanrı makamına çıkartmak veya Tanrı’ya ortak koşmak kabul edilebilir bir inanç değildir. Allah’tan başka hiçbir varlığa ibadet edilmez, tapılmaz.

      Durum bu olmakla beraber şu suallerin cevapları önemlidir:
       1) Allah’ın niçin “biricik” oğlu var da başka oğulları yok?
       2) Hem Allah’a oğul isnad etmek onu –haşa– insan, yani yaratılmış ve belli bir sünnete uygun davranmak zorunda olan bir yaratılmış varlığın seviyesine indirmez mi?
       3) Hz. Âdem insanların babası olsa bile, niçin işlediği bir suçtan dolayı bütün bir insanlık da suçlu kabul edilsin ve bu işle hiçbir ilgisi olmayan bir başka insan cezalandırılsın? Eğer Allah insanların bu suçtan kurtulmasını istiyorsa –haşa– oğlunu feda etmeye ne gerek vardır? Kendisi aynı zamanda gafur, rahim, tevvab (tevbeleri kabul eden) değil mi? Yarattığı insanları affedemez miydi, affetmek istese kim O’na mani olabilirdi?

       Kur’an-ı Kerim, Âdem’in ve Havva’nın ayağını şeytanın ayak kaydırdığını belirtir.  Âdem’in bu ilk günahında doğrudan doğruya Allah’ın emir ve hükümlerine karşı isyancı bir tavır yoktur. Ancak buna rağmen Âdem, suçlu sayılmaktadır. Hıristiyanlık doktrini bu suçun niteliğini farklı gösterdiği gibi, Âdem’in işlediği bu suçtan dolayı onun bütün gelecekteki nesillerini de sorumlu ve suçlu tutmaktadır (ilk günah). Oysa Kur’an, bu suçu işledikten sonra Âdem’in Rabbine yalvardığını, O’ndan kelimeler bellediğini ve Rabbinin de Âdem’in tevbesini kabul ettiğini açıklamaktadır. Buna göre Âdem’in çocuklarını babalarının bu suçundan dolayı sorumlu ve suçlu tutamayız. Esasında mantıksal yönü ile de bu, çok ciddi bir çelişkidir. Çünkü ilke olarak bir insanın, bir başkasının günah ve suçlarından dolayı sorumlu tutulması akla yatkın değildir. Âdem’in çocuklarına ise başka ölçüler, başka yollar gösterilmiş ve bunlara karşı olumlu veya olumsuz tutumlarından dolayı sorumlu tutulmuşlardır. Nitekim Bakara sûresinin 38 ve 39. ayetleri buna delildir:
       “Dedik ki: ‘Hepiniz ordan inin. Sonra size benden bir hidayet gelir de, kim benim hidayetimin izince giderse artık onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. O küfredenler, ayetlerimizi yalan sayanlar (yok mu?) onlar ateşin arkadaşlarıdır. Onlar orada bir daha çıkmamak üzere kalıcıdırlar.”

       Bu olaydan ve Âdem’in ilk suçundan sonra Âdem’in çocukları için söz konusu olan Allah’ın göndereceği hidayete karşı takınılacak tavrın mahiyetidir. Eğer Âdem’in çocukları olan insan toplulukları, Allah’tan gelen emirlere, hükümlere, dine, şeriata boyun eğerlerse artık onlar için bir korku yoktur, tehlike söz konusu değildir. Gerek dünya hayatları, gerekse ahiret hayatları güven altına alınmıştır. Yok eğer Allah’ın dinine başkaldırıp kendi bildiklerince davranıp küfre saparlarsa kuşkusuz bu tutumlarından ötürü hem ateşe atılacaklardır, hem de ateşte ebedî kalacaklardır.
       Görülüyor ki bu konuda Hıristiyanlık ile İslâm arasında derin anlayış farkları var. Hıristiyanlık bütün bir insanlığı dahlinin bulunmadığı bir suçtan dolayı sorumlu tutarken, İslâm buna karşı çıkmakta ve insanları ancak Allah’tan gelen emirler ve nehiyler dolayısıyla sorumlu tutabileceğimizi savunmaktadır. İnsanın evrensel adalet duygularına uygun düşen de budur.

  Bu, bizi önemli bir noktaya getiriyor:
  Her iki dinin, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in tarihteki tecrübelerinde gözlenen farklar her iki dinin akidesinde ifadesini bulur. İslam inancına göre Adem ve Havva (birlikte) suç işledi, arkasından tevbe ettiler (2/Bakar, 37). Cennetteki eski konumlarına sahip olabilmek için dünyaya sınavdan geçirilmek üzere gönderildiler. Her erkek ve kadın işlediği suçtan sorumludur. İyilik ve kötülük zerre miktarı dahi olsa karşılığını bulacaktır.
      Hıristiyan inancına göre Adem’i Havva ayarttı, Adem günah işledi. İnsan günahkar doğar. Yeryüzü gezegeni üzerinde kaç bin sene yaşadıysa günahkar olarak yaşadı. Sonra Miladi sıfır noktada Tanrı, “biricik oğlu”nu insanın kefareti olarak yeryüzüne gönderdi. Çarmıha gerildi, öldürüldü. Böylece insanın günahının kefareti ödenmiş oldu.

      Tarsuslu Aziz Paulos’un öğretisine göre bundan sonra Şeriat’a da gerek kalmadı. Sonraları Hıristiyan otoriteler tarafından Tanrı-insan-Şeriat ilişkisi şöyle formüle edilecektir: “Tanrı’yı seve ve dilediğini yap.”

      Bu inanç Hıristiyan insanın bilinçaltıdır. Sıradan bir Hıristiyan suç ve günah işler. Kiliseye gidip bir papazın önünde kefaretini ödediğinden mesele yoktur. Hesap ödenmiştir. Tanrı’yı severse, kurtuluş için kendini Kilise’ye adasa, sanki dilediğini yapma serbestisine, özgürlüğüne sahip olur.
      Bu inancın sonucudur ki, sömürgecilik, emperyalizm, tahakküm, yağma, baskı, katliamlar Batılı insanın vicdanını yeterince rahatsız etmiyor.