Hz. İsa’nın doğumu, Hıristiyanların sonra atfettikleri sıfatlar ve bu inancın kritiği Kur’an-ı Kerim’de (3/Al-i İmran, 45. ve 4/Nisa, 171-172; 5/Maide, 17 ve 72-7) yapılır. Burada Kitap ehli bağlamında Hıristiyanların uluhiyet ve üçlemeyle ilgili inançlarına daha mantıksal temelde eleştiriler yöneltilmektedir: Önce Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa’yı “tanrı” olarak ilan edenlerin, hakikatte Meryemoğlu İsa’ya, yani beşer bir kadından beşer olarak doğmuş bir insana bu niteliği vermekle inkarcı olduklarını belirtir. Allah ile yaratıklar arasında mahiyet farkı vardır: Allah yaratandır. Melek, cin, insan, hayvan, bitki, maddi taibat vd. yaratılmıştır. Biri diğerinin ontolojik cevherinden olmaz. Ve aralarında güç ve kudret mukayesesi de yapılamaz. Bir beşer olan Hz. İsa, sonuçta yer içer, gezer, hastalanır, üşür, üzülür, sevinirdi. Allah, bu tür sıfatlardan münezzehtir.
Bir beşer olan Hz. İsa, bu dünyanın insanıydı. Maddi cevheri topraktı, kendisine Allah bir suret vermişti, bedeni çeşitli elementlerin ve maddelerin terkibinden ibaretti, diğer insanlardan ayrılan sıfatları vardı ve elbette diğer insanlar gibi de biricikti, kendine özgüydü; ilave sıfatları onun babasız yaratılması ve bir peygamber olarak görevlendirilmesiydi. Yani sonuç itibariyle biyolojik/fizyolojik yönüyle maddi tabiatın bir parçasıydı. Onu, annesini ve yeryüzünde olan herşeyi yüce Allah helak edecek olsa, buna kim engel olabilirdi? Bir beşer kendini sonsuza kadar ölümden koruyamaz, Hz. İsa veya başkası yıkıcı bir deprem, herşeyi önüne katıp götüren bir kasırga, sel felaketi, toprak kayması, herşeyi yakıp kül eden yangın, denizde bir fırtınaya yakalanacak olsa, beşerin tabi olduğu kanunlar gereği ölür. Nitekim, Hz. İsa, kendi kendini koruyamadı, onu koruyan Allah’tı. Annesi her beşer gibi ömrünü tamamlayıp bu dünyadan ayrıldı. İlahi sünnet hükmünü icra eder. Kıyamet kopacak olsa, varlıkla birlikte o da helak olur. Bu böyledir, çünkü “Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü, hükumranlığı Allah'ındır. Yüce Allah mülkünün kanunlarını kendisi tayin etmiş, varlık alemine bir süre belirlemiştir.
Kur’an-ı Kerim, bedenlenme (tecessüd) veya üçleme (teslis) inancının Hz. İsa’nın tebliğiyle herhangi bir ilişkisinin olmadığını belirtir. Bu apaçık bir inkar/küfürdür. Allah’ın elçisi olarak Hz. İsa’nın söylediği İsrailoğullarını tek ve bir olan Allah’a kulluk yapmaya çağırmaktan ibarettir. Allah, hem muhatabı olan İsrailoğullarının hem kendisinin Rabbidir. Hz. İsa veya bir başka beşere uluhiyet atfetmek şirktir.
Yaratan ile yaratılan arasında mahiyet birliği tasavvur edilemez. Allah yarattığı varlıklardan münezzehtir, bir yaratığa ilahlık izafe etmek büyük bir haksızlıktır. O varlığı yerli yerine koymamak, hak etmediği makama yükseltmek ve aksi bir biçimde gerçek ve tek ilah olan Allah’ı yaratılmış bir varlığın seviyesine indirmek anlamına gelir. Zulüm, şeylerin yerli yerine konulmaması olduğundan, bu tasavvur zulümdür.
Allah birdir, O’ndan başka ilah/tanrı yoktur. Bütün varlık alemini yaratan Allah’ı “üçün üçüncüsü” olarak görmek veya göstermeye çalışmak, tevhidi ve hakikati inkar etmektir. Hıristiyanların büyük yanılgısı olan üçleme (teslis) inancı ister Baba-Tanrı, Anne-Meryem, Oğul-İsa; ister Baba, oğul ve Ruhulkudüs olsun, farketmez apaçık bir inkardır.
Yakından bakıldığında Hz. İsa’dan sonra Hıristiyan ilahiyatı ve inanç esasları formüle edilirken üç kaynaktan etki aldığı görülür:
a) Tarsuslu Aziz Paulos’un inanca dahil ettiği “Baba-oğul” fikridir. İncillerde açık ve kesin ifadelerle ontolojik cevherleri bir olan “baba-oğul ilişkisi”nden bahsedilmez. Hz. İsa’nın tebliğini yaptığı kültür ikliminde “baba” fiziksel olarak bir kadınla cinsel ilişki kurup çocuk sahibi olan kişi değil, koruyucu, rızıklandırıcı, terbiye idici “rab”tır. Aziz Paulos, deyim yerindeyse kelimenin semantiğinde köklü bir değişiklik yapıp, babayı ‘soy babası’ anlamında kullandı.
b) Kadim pagan inançlardan gelen “tanrı ana/tanrıça” fikridir. Hz. Meryem’in “tanrıya hamile kalan veya tanrı doğuran (theotokos) bir kadın” olarak telakki edilmeye başlanması bu inançların etkisi altında olmuştur. Kadim putperest inançlarda bunun belirgin izleri vardı. Miladi 431 Efes Konsilinde Meryem’e “tanrının anası (theotokos, mater dei)” ünvanı verilmiştir. Bundan sonra söz konusu tema kiliseler ve kutsal yerler için yapılan resim ve heykellerde aynen yansıtılmıştır. O halde burada Kur’an-ı Kerim’in marjinal bir inançtan değil, yaygın bir telakkiden söz ettiği anlaşılmaktadır.
c) Hem İskenderiye’de yayılan Grek felsefe hem eski İran ve Hind dinlerinde görülen birbiri içine girmiş üç ayrı cevher fikrinden oluşan teslis (üçleme) inancı. Bu inançların Hz. İsa’nın tebliğ ettiği sahih dinle ilgisi yoktur.
İşin hakikati bu merkezde olmadığına göre, Hıristiyanların yapması gereken şey, söz konusu inançtan vazgeçip Allah’ı birlemeleri, tevhid inancına dönmeleridir ki, Hz. İsa’nın yaptığı tebliğin esası budur. Bu iddialarından vazgeçmeyecek olurlarsa, onlardan inkara düşenler büyük bir azaba müstahak olacaklardır. Burada özel olarak “onlardan inkar edenler” kaydının getirilmesi, içlerinde bir bölümünün üçleme inancı dışında olduğunu ima etmektedir. Bu inançtan dolayı inkara düşenler tevbe edip yüce Allah’tan bağışlanma dileyecek olurlarsa, Allah onları bağışlar, esirger. Pekiyi Allah niye Adem’e tevbe etmeyi ilham etmedi? İslam inancı tevbeyi kabul eder. Hıristiyan öğretisi kefareti öne çıkarır.
Sonradan formüle edilecek Hıristiyan ilahiyatı, bu soruya cevap sadedinde Hz. İsa’nın kefaret olarak ödendiğini ve insanın fiillerinde serbest bırakıldığını öne sürecektir. Bu Batı Hıristiyan tarihinin arka fonunu teşkil eden dini çerçevedir. Bundan sonraki yazıda bu konuyu ele almaya çalışacağız.