'Söz ve ses' dünyası


 
Küreselleşme esas olarak sermayenin tarihinde bir dönüşümü ifade ediyor. Ama bununla sınırlı olmadığı da çok aşikar. Hayatın her alanında derin etkiler yaratıyor. Zihniyetler, bakışlar, tutum ve davranışlar, zevk ve beğeniler de alabildiğine dönüşüyor.  
  
Sanatlar da bundan nasibini elbette ki aldı ve almaya devam ediyor. Kültür tarihi, "sözlü" ve "yazılı" kültür ayırımı üzerinde ağırlıklı olarak durur. Hiç kuşkusuz yazı kültürel tarihte şaşırtıcı bir etkide bulunmuş modernite ile beraber basılı hale gelince insanlık durumlarını esaslı bir şekilde değiştirmiştir. Ama bir an için düşünelim; bu büyük dönüşüm nihayetinde "söz"ün tarihi içinde olan bir dönüşümdür. Yani söylenen söz, yazılan ve yayımlanan bir söz durumuna getirilmiştir. Burada kulak ya da işitme duyumuz devreden çıkarılmış, "söz", "göz" ile temasa gelmiştir.

Ama bana kalırsa daha esaslı bölünme "söze dayalı" ve "sese dayalı" kültür arasındadır. "Söz" ve "ses" dünyası birbirinden tamamıyla kopuk iki dünya değildir. Aralarında hayli zengin bir ilişkiler dünyası olduğu kesindir. Her şeyden önce "söz"ün anlamlı kılınmış, akla uygun hale getirilmiş bir "ses" dünyası olduğu da söylenebilir. "Söz" edebileştirildiği nispette duygusal akla hitap eder. Duygulardan arındığı nispette ise, bilim ya da felsefe dili olarak şekillenir. Öte yandan "ses" başlı başına bir estetik değer olarak muhafaza edilirse müzikal dünyanın kapıları açılır. Burada da "ses", yeniden "söz"ü içerebilir. Ama ikisi arasındaki ilişkide bu kez belirleyici olan ses estetiğidir. Yani "söz", "ses"e bağlı olacak, ona hizmet edecektir.

BİRAZ ÖNCE NE DİNLİYORDUNUZ?

"Söz"ün alanı elbette ki çok geniştir. Pek çok duyguyu ya da düşünceyi sözlere dökmek ve ifade edilebilir hale getirmek mümkündür. Ama "söz"ün ifade imkanlarının kendi sınırlarına ulaştığı durumlar da vardır. Bu aslında "söz"ün bittiği yerdir. Orhan Veli de adeta bunu teslim etmektedir. Sıra seslerin mutlak hakimi olduğu bir noktaya gelmiştir. "Ses", "söz"ün bittiği yerde başlar. Aldous Huxley bir denemesinde müziği, sözlerin ifade etmekte yetersiz kaldığı duyguları işleyen sanat olarak tanımlar. "Söz"ün dile getirmekte acze düştüğü yerde seslerin büyülü dünyası işlemeye başlar. Chopin'in etkili piyano müziği bugüne kadar milyonlarca kulağa ulaştı. Onu dinleyenler elbette ki meşreplerince farklı şeyler hissetmiş olabilir. Ama hepsini Chopin'in müziğinde buluşturan, sözlerin bittiği bir noktadaki duygusal arayışları ve yönelişleri olmuştur.

"Söz"ün "ses" ile ilişkisi müzikal estetik açısından çok hayati bir sorunsaldır. Aldous Huxley, yukarıda andığım yazısında Wagner'in müziğini Beethoven'in müziği karşısında küçümsemekten alıkoyamaz kendisini. "Wagner çok şeyi anlatmak istedi ve bunun için müziğinde söze fazlasıyla yer verdi. Bunun için çok az şey anlatabildi. Oysa Beethoven, sözü daha az ve daha dikkatli kullandığı için çok daha fazla şey anlatabildi" diye yazar. Beethoven'in Chopin kadar iyi bir örnek olduğunu sanmıyorum. Çünkü Chopin, aynı akıl yürütmeyle gidersek, Beethoven'den daha fazla şey anlattı, çünkü müziğinde "söz"e hiç yer vermedi.

Bu ülkenin tanınmış sosyalist yazarlarından birisinden dinlemiş ve çok etkilenmiştim. Kendisi 12 Eylül'ün ardından Paris'e kaçmış. Yıllar boyu süren sürgün hayatında, Türkiye'den tanıdıkları aracılığıyla getirttiği Osmanlı-Türk musıkisi kayıtlarını dinleyerek hasret giderirmiş. Bir gece, hayli ilerlemiş bir saatte, Itri'nin Neva Kar'ını, üstelik biraz da yüksek bir sesle dinlerken kapısı çalınmış. Herhalde komşular şikayete geldi diye endişelenmiş. Kapıyı açmış, üzerlerine eşofmanlarını geçirmiş uykulu bakışlarla kendisine bakan genç bir çifti bulmuş karşısında. Tam özür dilemeye başlıyormuş ki; gençler gülümsemişler ve niyetlerinin şikayette bulunmak olmadığını; uyurken müziği duyup uyandıklarını, dinlediklerini ve çok merak ettiklerini söylemişler ve eğer mümkünse bu müziği kendilerine dinletip dinletemeyeceğini sormuşlar. Rahatlayan yazar onları hemen içeriye buyur etmiş ve kaseti başa almış. Fransız çift bu müthiş eseri dikkatli ve meraklı bir ifadeyle sonuna kadar dinlemiş. Sürgündeki yazar merak etmiş ve Fransız çifte izlenimlerini sormuş. Demişler ki, "bu müziği biz layıkıyla anlayamayız. Ama görünen çok açık bir şey var. Bu müzik çok zor bir şeyi başarmış. Sadelik içinde yüceliği anlatıyor"... Ne tuhaftır, Chopin'in bir dostlarına yazdığı mektupları okurken çok benzer bir ifadeyle karşılaştım. Bir dostuna yolladığı mektupta Chopin müzikal estetik anlayışını şöyle ifade eder: "Müzikte sadelik, ancak büyük zorluklar aşıldıktan sonra sağlanabilecek olan en yüksek gayedir"... Bu sadelik neyi anlatır? Yeniden Huxley'e dönecek olursak cevap paradoksal ağırlığıyla çıkar karşımıza. Huxley, seslerin dünyasının işlevini sessizliği anlatmak olarak değerlendirir. İnce ses işçiliğidir bu ve bizi ses aracılığıyla, onun zıddı gibi gözüken bir sessizlik alemine sokar. Bu alemde ise bir bakıma bütün dünyevi darlıklarımızdan ve sığlıklarımızdan arınırız.

Müziğin işçiliğini ustalaştıran olgulardan birisi de "söz"ün "ses" tarafından ne derecede massedilebildiğiyle ilişkilidir. Bizi sessizlik alemine taşıyan sadeliğin sağladığı kıvam, "söz"ün ustaca aşılmasıdır aslında. Bir insanın müzikten ne derecede anladığını ölçmek istiyorsanız, güfteyle ne kadar ilgilendiğine bakın. Eğer müziğin sözleri üzerinde gerektiğinden fazla duruyorsa, bilin ki, o insanın müzikle olan bağı sınırlıdır. Osmanlı-Türk musıkisi, sözü kullanmıştır. Ama mesela Zaharya'nın ya da Itri'nin bestelerinde "söz" alabildiğine eğilir, bükülür ve melodik yapıya o denli ustaca yedirilir ki, çoğu zaman dinleyici ne denildiğini anlamaz bile. Eserin melodik olgunluğunu ortaya koyan terennüm bölümlerinde ise söz'den açıkça vazgeçilir; "tene, tenna" benzeri, anlamı olmayan söz kalıpları kullanılır. Müziğin olgunluğunu şekillendiren diğer bir husus da, ritim meselesinin halledilmesiyle ilişkilidir. Söz'ün egemenliğinin sürdüğü folk müziklerde çok canlı bir ritim geleneği de ortaya çıkar. Post modern dünyada bu gelenekler alabildiğine kıymet kazanmış ve vurmalılar müziği altın çağını yaşar olmuştur. Oysa ritim, müziğin en yüzeydeki unsurudur. Bir müziği önce ritmiyle algılarız. Canlı bir ritim, dinleme ortamını hemen demokratize eder ve herkesi içine alır. İnsiyaki olarak müziğin içine girer, uzuvlarımızı sallamaya, ellerimiz ya da ayaklarımızla tempo tutmaya başlarız. Aslında burada bütünüyle müziğin değil, onun bir parçası olan ritimlerin içine girmişizdir. Bu o kadar belirleyici olur ki, melodi de ritme göre ya da ritmi canlı tutmaya dönük olarak şekillenmeye başlar. Pek çok asri müziğin melodik değerinden emin değilim. Ritmi geriye çektiğiniz zaman geride pek bir şey kalmıyor galiba.

MÜZİK POPÜLERLEŞİNCE...

Osmanlı-Türk musıkisini olgun müzikler dairesine koyan özelliklerinden birisinin de, onun ritmi, usul gibi bir işlemden geçirip; tıpkı güfteye yaptığı gibi melodinin içine gömmede sağladığı başarıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Osmanlı-Türk musıkisi elbette ki asri zamanların etkilenmelerini yaşadı. Politik mülahazalarla yürütülen kültür savaşları içinde bu musıkinin muhitsizleştirilmesi, yani üretildiği mekanların uğradığı tahribattan bahsetmiyorum. Bu ayrı bir konu. Niyetim, her geleneksel müziğin yaşadığı asri dönüşümleri gözden geçirmek. Bunların başında bu musıkinin demokratikleştirilmesi ve popülerleştirilmesi geliyor. Bu aynı zamanda da kapitalizmin sanatı meta'laştıran dinamikleriyle birlikte değerlendirilmesi gereken bir husus. "Yüceliği sadelik içinde" anlatan gelenekleri sürdürdüğü sürece müziğin alınması ve satılması son derecede zor bir iştir. Müziğin alınıp satılması için demokratize ve popülarize edilmesi lazımdır. Bu da onun unsurları ve terkipleri üzerinde oynamayı zorunlu kılacaktır. Beethoven'in 5. Senfonisi baştan sona dinlenmesi zor bir eserdir. Ama eğer kulakları bir anda saran leid-motive'ini mesela popüler ritim kalıplarıyla bezeyip, üç-beş dakikalık bir "parça" haline getirirseniz kolayca satabilirsiniz. Osmanlı-Türk musıkisi de önce form düzeyinde demokratikleşti. Kâr, beste, ağır semai, yürük semai gibi formlar bırakın dinlenmeyi, işlenmez oldu. Mustafa Çavuş'un öncülüğünü yaptığı şarkı geleneği, Hacı Arif ekolüyle şahikasına ulaştı; bugünlere geldi. Asaf Halet Çelebi'nin bundan seneler önce yazdığı yazılarda Hacı Arif ya da Şevkı Bey küçümsenir. Eğer yaşasaydı ve bugün yapılanları görseydi ne yazardı kim bilir?

Osmanlı-Türk musıkisinin yeni icra mekânları -başta radyo ve gazinolar olmak üzere- popülerleşmesi ve demokratikleşmesine katkıda bulundu. Her müzik gibi bu musiki de görselliğin baskısına maruz kaldı ve sergilenmesi, dinlenmesinin önüne geçti. Mesela konserler onun nasıl demokratikleştiğini, popülerleştiğini ve de görselleştiğini eş anlı olarak gösteriyor bize. Oysa insanın dinlediği müziğe bütün varlığıyla kulak vermesini ifade eden sevk-i tabiisi gözlerini kapatmasıdır. Bu sevk-i tabii bir bakıma gönüllü bir körlük durumunu yaşamaktır. (Körlerin müzikal yeteneklerinin keskinleşmesi de bunu trajik olarak ispatlamıyor mu?) Oysa bugün müzik seyirlik bir gösteridir. Buna da en hafifinden "yabancılaşma" denir herhalde.. Popülerleşme ve demokratikleşme yolunda atılan her adım da musıkinin nasıl icra edileceğini belirliyor. Ritim ve ses hacmindeki dönüşümler bunun alameti. Ritim unsuru, darbukayla beraber baskın bir hale geldi. Hi-fi sistemleri, mikrofon-kolon sistemleriyle beraber ses hacmi inanılmaz bir ölçekte büyüdü (Bu gelişmeler akort sistemine bile yansıdı ve ses hacmi baskısıyla akortlar alabildiğine dikleşti).

Benzer bir dönüşüm de tınıda yaşandı. Musıki bir keman işgaline uğradı. Bu işgal, ney, tanbur ve klasik kemençe gibi musıkinin tınısını belirleyen ama kapalı ses estetiğine sahip ve bu yüzden de ses hacmi olarak kanun ve keman gibi sazların gerisinde kalmaya mahkum sazların tınısını yok etti. Velhasıl artık kim daha çok bağırıyorsa o kazanıyor. Müziğin yozlaşması, esas olarak onun sessizliği anlatmakla olan bağının ortadan kalkması bağlamında yaşanıyor. Sadelik "mıy mıylık" olarak algılanıyor ve küçümseniyor. Bu haliyle de ticari dünyanın ilgisini çekmiyor. Bu da musıki adamlarını varlık krizine sokuyor. Post modern dünyanın aldatıcı kolaycılıklarına dahil ediyor ve içi boş, ama anlık etki yaratan "projeler" geliştirmelerine yol açıyor. Ünlü sitar ustası Walayet Khan'ın, isim vermeden Ravi Shankar için söylediklerini burada zikretmek gerekir. Walayet Khan bu deneysel çabaları renklilik olarak sunan söyleme karşı "Evet bu renklerin buluşmasıdır; ama sonuç çamurlu bir matlıktır" der.

TEKNOLOJİ NE GETİRDİ NE GÖTÜRDÜ?

Teknolojik yeniliklerin burada da dikkat çekici bir şekilde belirleyici olduğunu görüyoruz. Teknolojik tarihin geri çevrimleri esas alındığında sıfır toplamlı bir tarih olduğu burada da görülüyor. Her kazanım bir kaybı da beraberinde getiriyor. Mikrofon bir perde musıkisi olan musıkimizin daha hassas icra edilebilmesine imkan verdi. Çünkü, üstad neyzen Niyazi Sayın'ın da belirttiği gibi mikrofon, oda şartlarında kulağın almadığı kusurları apaçık hale getirmiştir. Perde kurallarına sadakat gösteren musıki adamları bundan kendi paylarına yararlanmışlar ve gerekli ayarlamaları yapabilmişlerdir. Ama kahir ekseriyet mikrofon sistemini bu duyarlılığı işlemek için değil ve fakat seslerin abartısını sağlamak için kullandı. Aynı şey kayıt teknolojisi için de geçerlidir. Teknolojinin kayıt imkanlarıyla pek çok değerli icrayı zapt etmek ve gelecek nesillere aktarma imkanlarını bulduk. Ama bu kayıtların icranın inceliklerini ne derecede yansıttığı tartışmalıdır. Kayıt tarihimizin en vurucu isimlerinin başında gelen Tanburi Cemil Bey'in kendi kayıtlarına ilişkin değerlendirmelerini içeren defteri(el' an Neyzen Niyazi Sayın'dadır), bu kayıt işinden pek de hoşnut olmadığını gösteren ibarelerle doludur. Hiç kuşkusuz bu kayıtlar, Cemil Bey'in hakiki performansı hakkında ancak eser bir izlenim kazandırıyor bizlere. Kendisi "off the record" dünyasında tedirgin edilmeden kim bilir neler yaptı?

Müziğin bir zevk meselesi olduğu ve zevklerin yargılanamayacağı söylenir ki son tahlilde doğrudur. Burada yazılanlardan incinenler olduysa beni affetsinler. Müzik tartışmaları bu satırların yazarını her zaman sıkmıştır. İsterseniz, söz'ü burada noktalayalım. Bu hafta sonu fırsatınız olursa neyzenlerin kutbu üstad Niyazi Sayın'ın "Evc'ara" taksimine bir kulak verin. Orada her şey söze dökülmeden zaten söyleniyor...
 

Kaynak: Zaman