ABD Başkanı Barack Obama'nın İstanbul'da 'soykırım' kelimesini kullanmadan yaptığı konuşmanın ardından Türkiye'yle Ermenistan, ilişkileri yeniden inşa etmek yönünde yavaş ve temkinli bir valse başladı. Birçok insanı bir şeyi ismiyle ve dürüstçe nitelemeye, yani soykırıma soykırım demeye sevk eden güçlü duygusal sebepler Kongre'ye bir tasarı sunulmasına yol açsa da, Obama'nınki muhtemelen akılcı bir karardı.
Gerçek şu ki, en nihayetinde geçmişi geride bırakma kararını sadece toplulukların kendileri alabilir. Liderler (Obama gibi yetenekli biri bile) ancak sınırlı rol oynayabilir.
Soykırımla hesaplaşmak bakımından tarihin tuhaf bir dönemindeyiz. Kamboçya, Kaing Guek Eav'ı yargılayarak soykırımın hesabını vermeye çalışıyor. Hindistan'ın iktidar partisi, kısmen bir ayakkabı fırlatma olayına karşılık olarak parlamento için gösterdiği bir adayı geri çekti. (Muteber insan hakları grupları adayın, iki Sih korumasının eski başbakan İndira Gandi'yi öldürmesi sonrası gerçekleşen 1984'teki Sih katliamına katıldığını iddia ediyor.) Britanya'daki Tamiller Sri Lanka ordusunu soykırım yapmakla suçluyor. Bangladeş hükümeti, Pakistan ordusunun 1971'de Bangladeşlileri öldürmesinden sorumlu olanları adalet önüne çıkarmayı umut ediyor.
Ve Ruanda. Bu ay Ruanda soykırımının 15. yıldönümü. Paris Review'ın son sayısında Fransız yazar Jean Hatzfeld, vaktiyle bir topluluğun masum mensuplarını katleden tutukluların bırakılması sonrası yaşanan endişeleri anlatıyor. Hatzfeld'in ilgili üç kitabını, caniyle kurbanın ruh halini, bir insanın nasıl katile dönüştüğünü ve Hannah Arendt'in Adolf Eichmann'ın şahsında gözlemlediği gibi, kötülüğün banalliğini anla-mak isteyen herkes okumalı.
'Soykırım'a odaklanılması, kelimenin taşıdığı duygusal güçten kaynaklanıyor. İnsan hakları ihlalleri arasında soykırım en vahimi, işte bu yüzden hükümetler çirkin eylemlerini soykırım olarak nitelenmesini önlemek için elden geleni yapıyor. Auschwitz ve Buchenwald dehşetini idrak etmemizin ardından ortaya çıkan bu tanım, Yahudi mezalimini hesaba katarak geliştirildi. Bu mezalim, önceki bütün mezalimleri daha önemsiz görünür hale getirdi.
Tanımın son derece kesin olarak ortaya konması nedeniyle, Stalin'in temizlik politikası (hatta kanlı Pol Pot iktidarı) gibi tek bir etnik grubun hedef alınmadığı ve mimarlarının yeni kuşakların doğmasını önleyecek politikalar uygulamaya fırsat bulamadığı soykırımlara ne diyecektik? Bunlar katliamlar, insanlığa karşı işlenmiş suçlardı. Holokost'a benzemiyorlardı - tıpkı Holokost'un da 1975-79 arasında Kamboçya'da olanlara benzemediği gibi.
Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suç son derece güçlü kavramlar, bu yüzden de hükümetler bu tür nitelemelere içerliyor.
Üzücü sonuçsa şu: Diplomatlar kavramı daha net tarif etmek için hassas bir dans sergiliyor ve korkunç bir ihlalin soykırım olup olmadığına dair tezler öne sürüyor. Bütün bu hayhuyun arasında kaybolansa etiğe, ahlaka, hesap sormaya, adalete, kefarete ve merhamete dair insani dürtüler oluyor. Bir asır önce Türkiye'de yaşananlar (Ruanda, Kamboçya, Sri Lanka, Bangladeş ve Sudan'da olanlar gibi) asla tekrarlanmamalı. Ve Obama'yla diğer liderler hükümetleri ancak doğruyu yapmaları için dürtebilir.
En nihayetinde topluluklar ve uluslar özgüven geliştirmeli ve geçmişle yüzleşmeli, gerektiğinde özür dilemeli ve yakışık alır şekilde affetmeli. Bu tek başına yasalara saygıyla olmaz, ahlaki bir öz de gerektirir. Yasalar yardımcı olur ve elbette gereklidir. Fakat soykırım yasalar öyle söylüyor diye değil, vicdanımıza aykırı olduğu için yanlıştır.
Kaynak: Radikal