"Ermeni soykırımı"nı tanıyan tasarı genel kurul rotasına doğru emin adımlarla ilerliyor. Bush da bu gidişatı durduramayacak gibi. Her böyle büyük olaydaki gibi, 'eee, noolmuş?' ile, 'işte bunlar, bu ülkenin toprakları üzerinde bir bölünme tehlikesi olduğunun gerçek işaret fişekleridir' arasında kaldık.
En kötüsü, 'bütün bunlar bu noktaya gelmeyebilirdi' duygusu. Sahi, bütün seçenekleri tükettik de mi bu noktaya geldik, tüketmedik de mi bu noktaya geldik? Türkiye, soykırımı tanıyan diğer ülkeler ve şimdi de Amerika'nın tasarıyı tanıyacak olması ihtimaline karşı, bazı muhtemel diplomasi yollarını yeterince kullandı mı? Ermenistan orada duruyordu ve diline doladığı şey, ABD'nin şimdi almak üzere olduğu kararın içeriğinden farklı bir şey değildi: soykırım da soykırım. Ermenistan'ın bu diretkenliği parantez içinde bir fısıltıya, (aslında sen sınırları aç, bize o da yeter be abi...) talebine, hatta yakarışına yapışıktı üstelik.
2004'ün soğuk Aralık ayında, Doğu Konferansı ile birlikte ziyaret ettiğim Ermenistan, geleceği konusunda kuşkulu, NATO üyesi olmaya can atan, ama her sorunda Rusya'ya sığınan, kararsız ve kaygılı, bu yüzden uzatılacak el, Türkiye'den bile gelse, hele hele Türkiye'den gelse, buna minnet duyacağı aşikâr bir Ermenistan'dı. Ekonomisi konyak fabrikasından ibaret olan ve başkentinden birkaç kilometre ötede, hayalet bir kumarhane kasabasına sahip olan bir ülke görmemiştim daha önce. 'Gelin burayı Orta Asya'nın Las Vegas'ı yapalım, paralar su gibi aksın' demiş birileri, yapmışlar. Ama kimse kumar oynamak için kalkıp Ermenistan'a gelmemiş; geriye Fellini filmlerine layık bir ürkünçlükte, bir Ruhların Julietta'sı seti kalmış, ki aynı zamanda, diasporadan gelen altı yüz milyon dolar olmasa, Ermenistan adındaki ülkenin ve orada yaşayan 3,5 milyon kişinin çıra gibi yandığının resmi bu.
Bu resme baktıktan sonra, AB Entegrasyon Merkezi'nde tanıştığımız Garen Bekaryan'ın bazı dertler olmasa, Ermenilerin soykırım meselesini tarihe gömebileceği sözleri çok da akla yakın geliyordu nitekim. 'Ermenilerin soykırım meselesini yeniden güncellemelerine neden olan şey, Karabağ olaylarında Türkiye'nin sınıra asker yığması oldu; bu geçmiş korkuları canlandırdı' diyordu. Nitekim Ulusal ve Uluslararası Araştırma Merkezi'nde görevli olan Stiopa Safaryan da aynı fikirdeydi. 'Bugün Ermenistan ile Türkiye arasındaki en güncel problem, Türkiye'nin sınırları kapalı tutmaktaki ısrarı ve mutlak surette Azerbaycan tarafında yer almasıdır. Değilse, tarihsel mevzuları çözme işi birkaç nesil ileri bırakılabilir'. Ermenilerle aramızın sütliman olmadığı ortadaydı, fakat söylenenler, geliştirilebilecek alternatifler konusunda tümüyle umutsuz olunmadığının da göstergesiydi.
Özal'ın 'Ermenistan'a bir iki bomba düşse ne olur?' demesinin üzerinden 17 yıl geçti. Bu arada Türkiye, pekâlâ köprü vazifesi görebilecek, iki milleti birbirine tercüme edebilecek olan Hrant Dink gibi bir adamı değerlendiremediği gibi, hayatta tutmayı bile başaramadı. Dolayısıyla geçtiğimiz zaman zarfında Türkiye, bazı sorunları gerçek muhataplarıyla çözmeye çalışsa daha iyi olmaz mıydı diye yakınmak için geç kalınmış olunabilir; ama yine de sormak ilzam eder: Türkiye, Bakü ile Erivan arasındaki buzlar için bir 'ağabey' rolü üstlenseydi, sınırlar konusunda bu kadar ısrarcı olmasaydı, diaspora- Ermenistan hattının kısadevre yapmasını sağlamış olmaz mıydı aynı zamanda? Türkiye'nin geçmişte olanları mukatele ve tehcir olarak adlandırma, 'soykırım uygulamadık' diyebilme hakkı var; tarihî veriler ve belgeler de bu iddiasını destekleyecek en azından yalanlamayacak durumda. Ancak bunu iddia etmekle, gelinen durum arasındaki palette onlarca renk var. Diplomasi bu renklerden yeni tonlar, yaratıcı çözümler üretme sanatına verilen isim. Ne yazık ki Türk diplomasisinin renk paleti, Ermenistan'ın hayalet kasabası kadar ürkütücü...
Kaynak: Zaman