Her ne kadar tüm partiler bu seçimi “Türkiye'nin seçimi” gibi ilan ederek adeta tarihi bir dönüm noktasında olduğumuz fikrini beynimize işlemeye çalışsalar da sonuçta 'seçimlerden bir seçim' olmaktan fazla bir ayrıcalığı yok. Bunu rahatça söylememizin nedeni sonucu baştan belli bir seçime gidiliyor olunması. Daha yazının başında bu kadar iddialı ifade kullanışım, sayıları gittikçe artan kamu oyu araştırma şirketlerinin yayınladığı anket sonuçlarına güveniyor olmamdan kaynaklanmıyor. Aksine, kritik dönemlerde yayınlanan bu tür kamu oyu araştırmalarının, en azından bir kısmının siyasi dizayn amacından bağımsız olmadığını düşünmemiz için yeterince örnek var elimizde. Seçim sonuçlarının baştan belli oluşunu, 2002 seçimlerine giden şartlara bakarak söyleyebiliriz ancak. Son genel seçimlerin bilinen sonuçlarını doğuran şartlar, sanılanın aksine, ortadan kalmadığı gibi, siyasi tabloya şekil veren ekonomi-politiğin aynen devam ettiği görülür. Özellikle, Türkiye'deki iç dengelere eskisine göre çok daha müdahil ve belirleyici olan dış faktörler (buna küreselleşme de diyebilirsiniz) açısından olayın nasıl görüldüğü üzerinden giderek içerdeki toz duman arasında göremediğimiz kimi ayrıntıları fark etmek daha kolay olabilir.
Bununla neyi kastettiğimizi açmak için, dış basına çıkan haber ve yorumlarda çok daha uyarıcı tespitleri hatırlatmakta yarar var.
Dünkü Independent gazetesinde yer alan haber-yorumu buraya aktarmakta yarar var: İstanbullu bir işadamının, “Ekonomide iyiler. Fakat onlara güvenmiyorum. Laiklere oy vereceğim. Ama inşallah laikler iktidara gelmez” türü siyaset-sermaye ilişkisini açıklayan yorumu, yapılacak seçimler için neden “sonucu baştan belli” denilmesini haklılaştıracak yeterli fikir veriyor. Aynı şekilde, Financial Times'ta Vincent Boland'ın, geçen hafta yaptığı hemen hemen aynı yorumu salı günkü yazıda aktarmıştım. Yanlış anlaşılmaya mahal bırakmamak için, her şey baştan belirlendiği, seçmen tercihlerinin, atılan oyların hiçbir anlamı olmadığı gibi sonuç çıkarmadığımı da belirtmek zorundayım. Altını çizmek istediğim husus, adı demokrasi bile olsa seçim süreçlerini etkileyen 'sistem içi' ilişkilerde ortaya çıkan uzlaşma ve ayrışmaların sanılandan daha belirleyici olduğudur.
Seçim sürecinde yaşanan bunca kamplaşma sonunda; sermaye çevrelerinin CHP'ye oy vermelerine rağmen iktidar olmasını istememelerini anlamadan neden sonucu baştan belli bir seçim atmosferinde olduğumuzu izah edemeyiz.
Seçim sonuçlarını belirleyen iki süreç atbaşı gitti: Kutuplaşma ve uzlaşma.
Kutuplaşmanın seçmen düzeyinde sonuçlara etkili olduğunda kuşku yok. Ancak bu kutuplaşma sosyal düzlemde psikolojik tepkileri tetikleyen bir ayrışmaya neden oldu. Bu psikolojinin etkisini seçmen tavırlarında olduğu gibi seçkin-işadamı tavrındaki çelişkide de gözlemleyebiliyoruz. Seçmen tavrını etkileyen bu kutuplaşma Türkiye'nin fay hatlarını ortaya çıkarırken, aynı zamanda Türkiye'nin tutkalı olan kültürel payda adına kitlelerin harekete geçmesini de sağladı. Yani tabanda yaygınlaştırılmak istenen (psikolojik) kutuplaşma tepede farklı düzlemde algılanıp siyasetin kendine özgü diline tercüme edilecekti.
Seçim sonuçlarını önceden belli eden husus; bu psikolojik kutuplaşmanın özellikle sermaye ve buna bağlı küresel ilişikler açısından sistem içi bir çatışmaya işaret etmemesidir. Psikolojik hatta ideolojik olarak CHP'ye ya da başka bir “laik parti”ye oyunu atacağını söyleyen sermaye temsilcilerinin aynı türden partiyi iktidarda görmek istememesinin siyaset diline tercümesi; sistem içi güçlerin (en azından önemli bir kesiminin) önümüzdeki dönemde işbaşına gelecek iktidardan ne türden ekonomi-politik uygulamaların beklentisi içinde olduğunu gösterir. Bir önceki seçimlerde de, açıkca söylenmese bile, verilen destek bundan farklı değildi ve Ak Parti iktidarına iki dönemlik bir süre tanındığı açık bir dille, meselâ önemli TÜSİAD üyelerinin ağzından ifade edilmişti.
Oyunu CHP'ye layık görenlerin iktidarı neden ondan esirgediğini ya da tersinden okursak oy vermekten kaçındıkları AKP'nin iktidar olmasını istemenin anlamı üzerinde yeterince kafa yorarsak, psikolojik ve politik kutuplaşma süreçlerini yerli yerine oturtmuş oluruz.
Sistem içi iktidar ilişkilerinde psikolojik anlamda önemli bir kırılma yaşandığı muhakkak. Bu duygusal ortam tabanda daha fazla hissedilmekte, “yaşam tarzını tehdit altında görenler”in, inançlarının rencide edildiğini düşünenlerin tepkileri ile iktidar ilişkilerinde duygusallıktan çok çıkar ve denge siyasetine öncelik verenlerin siyasi tavrı farklı olabiliyor. Bu farklılığın seçim meydanlarında heyecansızlık, ufuksuzluk, birbiriyle benzeşme olarak yansıyan siyasetsizlik olarak kendini göstermesi de kaçınılmaz olacaktı.
Siyasi ve askeri bürokrasinin psikolojik kutuplaşma ve görünürde bunu iktidar ilişkilerine taşıma gayretlerine rağmen AKP'yi 2002'de iktidara getiren şartlar ve ona verilen destek devam etmektedir. Yaşanan gerilimler tek başına bu şartları yeniden dizayn etmeye yetmediğini göstermektedir. Medyada, sermaye ve küresel ilişkilerin etkinliği bürokratik elitin bilinen belirleyiciliğini hayli aşındırdığını gösteriyor.
Sözün kısası: Psikolojik kutuplaşma politik düzeyde ekonomik temelli bir uzlaşmayı doğurdu.
Kaynak: Yeni Şafak