Eskiden imkânlarımız sınırlıydı ama mutluyduk. Küçücük evlerimizde, kocaman ailelerdik. Pencere önlerinde eşlerini bekleyen kadınların, birbirini koruyan kollayan adamların olduğu, sokaklarında çocukların koşturduğu, balkonlarından rengarenk çamaşırların uçuştuğu semtlerde, kendi halimizde yaşayan insanlardık. Şimdi düşündükçe iç geçirdiğimiz büyük şehirlerin unutulmuş mahallelerini, yalnızca fotoğraflarda görür olduk. Bol ışıklı caddelerin fiyakalı yalnızlığından, yalın bir gerçekliğin huzuruna kaçan fotoğrafçılar, Balat’tan Süleymaniye’ye sokak sokak geziyorlar ve bize “o eski, kalabalık, mutlu günlerimizi” hatırlatıyorlar. Şimdi hepimizin dilinde o cümle: “Nasıl böyle mutsuz, böyle uzak olabildik birbirimize”…
Şairin dediği gibi, “dünyanın en uzun hüznü yağıyor, yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne” bugünlerde. Öyle bir gergefin içindeyiz ki nakış nakış işleniyor acılar ciğerimize. Korku, kaygı, ümitsizlik kol geziyor aramızda. Öfkemizi de en çok birbirimizden çıkarıyoruz. Göz göze gelmekten çekindiğimiz karşılaşmalarımızda, alabildiğine tahammülsüz insanlar olduk. O özlemle andığımız yıllarda ulaşamadığımız pek çok imkan şimdi elimizin altındayken, yine de mutsuz ve tatminsiziz. Dahası sunulan imkanların zaten hakkımız olduğunu düşünüyor; yeterli bulmadığımızda, geciktiğini düşündüğümüzde, daha iyisini fark ettiğimizde öfkeden deliye dönüyoruz.
Çocuklarımızın, gençlerimizin memnuniyetsizliğinden yakınıyorsak bu konuda hepimiz hemfikir olabiliyoruz. Bizim zamanımızda hayalini bile kuramadığımız pek çok şeye sahip oldukları halde kıymet bilmiyor olmalarını kıyasıya eleştiriyoruz. Ancak iş aynaya bakmaya geldiğinde hep birlikte sınıfta kalıyoruz. Doktora, “paranı verdim, bana gece gündüz bakmak zorundasın” diyoruz. Öğretmene, “benim paramla maaşın ödeniyor, çocuğumu dersten bırakamazsın” diyoruz. Bankadaki asık yüzlü memura, “kardeşim işin bu, zor geliyorsa yapma” diyoruz. Belki hepsinde kendimize göre haklıyız, hakkımız olanı almak istiyoruz ancak sorun şu ki tüm hak arama eylemlerimizi büyük bir küstahlıkla yapıyoruz. İmkanlarımız arttıkça, olgunlaşan başaklar gibi eğilmiyor başımız. Aksine yaygın bir haddini aşma eğilimi girdi dolaşımımıza. Hepimiz birbirimize baka baka yoldan çıkıyoruz. Evleniyoruz ama aile olamıyoruz. Anne baba oluyoruz ama saygınlığımızı koruyamıyoruz. Ne öğrenciler öğrenci gibi, ne öğretmenler eğitimci olduklarının farkındalar. Aramızda bir güç savaşı, kim daha çok haddini aşabilir yarışı var. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar kadar gözü karayız ilişkilerimizde. O kadar çok imkan ve seçenek var ki kolayca gözden çıkarabiliyoruz en kıymetlilerimizi.
Belki de kaybettiğimiz şey minnet duygumuzdur. Teşekkür etmek zorunda kalmamak için kimseye işi düşmesin diye çabalayan günümüz insanı, haddini de daha kolay aşıyordur belki. Mutlu olduğunu ifade ettiğinde karşıdakinin şımaracağından korkan birinin maskesi ölümüne memnuniyetsizlik olabilir. Kim bilir…
Bakın ne diyor uzmanlar: Herkes minnet (şükran duygusu) duyabilir ama bazı kişilerin diğerlerine göre daha sık şükran duygusu hissettikleri saptanmıştır. Böyle kişilerin diğerlerine göre daha mutlu, daha yardımsever, daha affedici oldukları ve daha nadir bir şekilde depresyona girdikleri gözlenmiştir.
Uzmanları dinlemek gerek. Çünkü değişen zaman, mekan, şartlar değil. Tüm bunlar karşısında değerlerini koruyamayan insan. Bize biraz dur diyecek bir had, biraz minnet lazım.