Sis ve edebiyat

Bir tarafı yeşil bir tarafı mavidir bu mevsimde hâlâ, bilmez olur muyum. Bağrından çıkan dergilerden biri elimde: “Mavi Yeşil”. Daha erken olsaydı, fındık bahçelerinin hasadına katılabilirdim eskilerde olduğu gibi. Daha geç bir vakitte gelecek olsaydım da yeşilini esirgemeyecek, fakat  mavisini karartarak dinlenmeye almış olacaktı. Beş gün boyunca yağmur bazen ince ince yağdı, arada bir sağanak halinde boşaldı ve kısa bir süreliğine güneşe yüzünü gösterme iznini verdi. Sis an geldi mekânı, an geldi zamanı izafileştirdi bakışımda. Daha doğuda, kıyıda yer alan bir okulun tahtaları nemden kararmış yatakhanesinde geçirdiğim yıllara geri döndüm. Tevfik Fikret’in “derin karanlık örtü”sü, zulümler sahasını değil de göz kamaştıran güzellikleri gizleme çabasında yine… Farkına varmak uğruna  insan ıslanmayı olağan karşılar hale geliyor; şemsiyemi otelde unutmaya başladım. An geliyor sisle birlikte görmeyi de başarıyor insan, bunu da hatırladım. “Sis”, bakmayı yeniden öğrenmeye zorluyor, muhayyileyi geliştiriyor.

Ordulular’ın kültür ve sanat alanına dönük faal ilgisi, sisle birlikte yaşamayı öğrenmekle de ilgili olabilir. Dediğim gibi, yabancısı değilim sisli yağmurlu havanın.

Ve elbette öyle: Sisli hava gerçeğe aklını şaşırttığı gibi, yazarın da eserinde tasvir ettiği kahramana (ve eserin hikayesine) fazlaca müdahale etmesine yol açabilir, Unamuno’nun “Sis”te gösterdiği gibi. İçe kapanışın melankoliye boğulmaması için muhayyile canlı olmak zorunda.

Geçen hafta, belediye tarafından düzenlenen 4. Uluslararası Edebiyat Festivali için gittiğim Ordu’da katıldığım çeşitli söyleşilerde sıklıkla edebiyatın, özellikle de romanın arabuluculuk rolünden söz ettim. Hepimizin anlatacak ne çok şeyi varken, bir araya gelip de konuşamamak yüzünden ne çok hayra vesile olacak imkânı yitirdik, dinlenmeye değer mısralara geciktik!

Sebep elbette sis veya yağmur değildi. Güya bir kamusal alanımız vardı, ama çoklu karşılaşmalara izin vermeyecek elemelere dayalı olarak tasarlanmıştı. Kesimler arasına sadece dil değil önyargı duvarları da örülmüştü. İlk akşam festival komitesinden İbrahim Dizman’la bu bağlamda sohbet ettik.

Ordu Belediyesi’nin kültür ve sanat alanlarına sunduğu destek, gelenekselleşen uluslararası festival gibi,  Yazarlar Evi misali kurumların faaliyetlerinde de kendini hissettiriyor.  Keşke edebiyat bağlamında düzenlenen  festivaller bütün Anadolu’ya yayılsa! Partilerin belediye mensuplarına verdikleri hizmet içi seminerlerde kültürel alanın taşıdığı önemin vurgulanması, kültür ve sanat alanın yetkin isimlere teslim edilmesi kuşkusuz nitelikli siyasetin ihtiyaç duyacağı adımlar. Bursa’da Büyükşehir Belediyesi tarafından iki yılda bir düzenlenen Edebiyat Günleri’ni olumlu bir örnek olarak her zaman hatırlıyorum. İstanbul’da ise mesela Zeytinburnu, Küçükçekmece  ve Ümraniye gibi belediyeler kültür sanat faaliyetleriyle öne çıkıyorlar.   

Ordu Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu’nda 4 gün süren etkinliklerde yerli ve yabancı şairler, edebiyatçılar, edebi meseleleri irdelediler; şairler şiirlerini okudu. Anlaşılan şiir, tıpkı kadim dönemlerde olduğu gibi söylenilmesi gereken bir sanat olarak yaşayacağını ilân ediyor.  Cezayirli şair Yvan Tetelbom’un performansıyla göz kamaştırmasının sebebi, “Kalabalık” başlığını taşıyan şiirini okuması değil, sahneden taşarak salona akacak şekilde yaşamasıydı. Benzeri bir etki İranlı şair Azita Ghahreman “Beni getiren gemi” başlıklı  şiirini okurken de hissedildi salonda. Festival komitesinden Şinasi  Tepe ise sonuncu gün kapanış programında şiirlerini sunan Ordulu şairlere katıldı ve  bana yakın gelen “Üç Mevsim, Üç Kez”“ şiirini okudu.

Yağmura sise karşılık festival etkinliklerine katılım canlıydı ve sunumların gerçekleştiği salon genellikle doluydu. Sinema ve edebiyat ilişkisinin tehlikelerinin irdelendiği sunumlar ufuk açıcıydı. Benim de konuşmacılar arasında bulunduğum Perşembe günü panelinin konusu “Roman ve Öykü Dünyamızın Görünümü”ydü. Ömer Asan’ın yönetiminde gerçekleşen panelin diğer konuşmacıları Beşir Ayvazoğlu, Feridun Andaç ve Eleftheria Athanasiou’ydu. Ayvazoğlu, Türkiye’de son yıllarda çok fazla roman yayınlanıyor olmasının roman sanatının gelişimi açısından olumsuz bir gösterge olarak okunamayacağına dair düşüncelerini dile getirdi. Ayvazoğlu ayrıca bir romanda olaylar muhayyel bir toplumda gerçekleşiyor olsa bile yazarın yaşadığı toplumun gerçeklerinden kaçamayacağını da belirtti. Andaç, çok fazla roman yazılıp okunuyor da olsa, roman okumanın özel bir bilinç gerektirdiği ve günümüzde birçok insanın bir romanı layıkıyla okuma konusunda yetersiz kaldığı görüşünü açımladı. Roman yazarlarının birbirlerine karşı gösterdiği dikkati ise  Mario Vargas Llosa’nın doktora tezini Marquez üzerine hazırlaması örneği üzerinden irdeledi. Athanasiou ise ekonomik krize rağmen Yunanistan’da çok fazla roman yayımlandığını dile getirdi ve bir espriyle bağladı yorumunu: “Öyle ki yazarların okuyuculardan fazla olduğu söylenilebilir.”

Güz yapraklar misali kuruyup düşmeye, rüzgârın önünde savrulmaya zorluyor. Kültür, bu savrulmalara karşı direnmenin de tarihi veya barikatı. İşkence belasının karşısına gece sohbetlerini yerleştiriyordu  Burhan Sönmez, “Kuzey”de. Tiyatro salonunda gerçekleşen çeşitli programların yanı sıra okul söyleşilerine giderek öğrencilerle sohbet ettik. Sağlık Meslek Lisesi’nde yazarları ağırlayan öğretmenler arasında 1980’lerde Yeni Devir gazetesinde yazılar yazmış olan Fen-Edebiyat öğretmeni Yahya Palavar da vardı. Palavar’la ayrıca söyleştik bir süre. Yazarlar Evi’nde Leyla Hanay’ın çabasıyla düzenlenen sinema ve edebiyat söyleşisinde ise henüz yolun başındaki çocuk yazarlarla buluştuk.

Yazarlar Evi’nde olduğu gibi tiyatro salonunda da çocuk şair ve yazarların   programlara dahil edilmesini takdire şayan buldum doğrusu. 

Gece ise Selçuk Küpçük ve arkadaşlarının düzenli olarak sürdürdükleri bir söyleşi programına katılma fırsatını buldum. Aralarında hanımların da bulunduğu katılımcıların hiçbir şekilde İstanbul toplantıları katılımcılarından geride kalmayan entelektüel seviyesi söyleşiye nokta koymayı güçleştirdi doğrusu. Son olarak 1990’ların başlarında Ankara’da karşılaştığım hukukçu Mustafa Everdi noter olarak Ordu’da görev yapıyormuş meğer ve programın katılımcıları arasındaydı. Everdi, yazdığı romanı takdim etti bana: “Dava Kıran”. Bir başka sürpriz ise şehirde öğretmen olarak çalışan Dursun Ali Sazkaya’nın “Farzet ki Dönmedim” başlığını taşıyan, Karadeniz’in gurbete gönderdiği ve gurbetten taşıdığı kahramanların özlemle ve belirsizlikle yoğrulan hüzünlü hikayelerini bir araya getiren anı kitabını benim için imzalamasıydı.

Yağmur çiselerken ya da sağanak halinde boşalırken geçtiğimiz sokaklarda olsun, girdiğimiz mekânlarda olsun fındık hasadının buğusunun bir veda hüznüyle tüttüğünü fark etmemek imkânsız. Yaz bitti işte ve ekim kışı çağırmakta acele ediyor. Sis bir noktadan sonra gözleri yorar ve içe kapanmaya sevk eder.  11 yaşındayken Ziganalar’ı aşarak ulaştığım  kıyıları ortalayan şehir, tabiatın da yardımıyla dokusunu korumayı bir hayli başarmış görünüyor. Yine de benim için geçmişi bugüne taşıyan Ordu’nun bir zamanlar dolaştığım sokakları, caddeleri, binaları değil, halkının sis ve yağmur perdesini engel bilmeden  çocuklarla gençleri kitapla, sinemayla buluşturan, şiiri ve öyküyü, denemeyi ve romanı  konuşmaya çağıran faaliyetlere verdiği destek oldu.