Şirin'i bütün yüküyle taşımak


 

 

I-Behzad’ın o minyatürü “Dağ Yolcuları” isimli hikayeyi çağırmıştı bana: Ferhad Şirin’i dağlara doğru taşıyor, ama atıyla birlikte. Aşkının gücüyle dağları delen Ferhad, dağın zirvelerine doğru tırmanırken yorgunluktan bir adım dahi atamaz hale düşen Şirin’i omuzlarına alıyor. Bir noktada Şirin’in atı da takatsiz kalınca, onu atıyla birlikte omuzluyor bu kez.

Şirin, içinde bulunduğu sahnelerle birlikte taşınabilir yoğunlukta bir efsane kadını. Modern dünyanın bir hayat mücadelesinin içinden gelen gerçek kadınları ise, çok uzaklara gitmeyen bir tarihten bu yana varlıklarının ağırlığından yakınmaya başlar oldular.

Televizyon kanallarında geniş bir zaman dilimini kaplayan evlendirme programlarına, genellikle yüz çizgileri zor yaşanmış bir evliliğin sıkıntılarını yansıtan kadınlar katılıyor. Evlenmek istedikleri erkeği tarif ederken sıklıkla kullandıkları bir cümle var bu kadınların: “Bana sahip çıksın, beni taşısın!”

Benzeri bir ifadeyi bazen bir pop yıldızının, bazen de bir nedenle evlenmemiş bir arkadaşınızın ağzından duyuyorsunuz: Beni taşıyabilecek bir adam yok etrafımda.

Bir adam onu taşısın, bin güçlükle biriktirdiği bütün sahnelerle birlikte. Oysa hayat mücadelesinin sertleştirdiği varlığı ağır mı ağır. Üstelik muhtemelen bir zamanlar birileri tarafından taşınmayı hiç istemedi; taşınabilmek için sırf, olduğundan daha hafif görünmeye çalışmaya da gönül indirmedi. Ben buyum, dedi. Numaralar yapmadı. Dobra dobra olmayı seçti. Taşınmaya değil paylaşmaya inandığı için de önüne gelen yükü üstlendi. Taşınmak istemediği için giderek ağırlaştı hayatının yükü. Evi –fiziksel olarak genişlese dahi- anlamsal olarak daraldı. Bu daralma bir iç daralmasıyla birlikte gerçekleşti; tahammül gücü azaldı. Eve sığmayan ne varsa kamusal alana saçılıyordu çoktandır. O kamusal alan ki değer ve olgular onun onayıyla sahicilik kazanır olmuştu.

Süreç işlemeye devam ediyor. Bir kamusal alan depresyonu yaşıyor kadınlar. Kamusal alan “dişil” mevcudiyeti, dokularına nüfuz etmiş “eril” kodlara göre tanımlıyor. Kadın varlığı sömürü metası olmayı getiren bir dişilleştirmeyle ya da kamusal meşruiyet edinmenin yolu olarak görünen eril ifadelerin kazanımıyla yozlaşıyor. Bir çatısızlık duygusu içindeki kadın er veya geç kalın duvarlar örüyor etrafına. Verili kamusal alanın tanımlarına hapsolmamak adına giriştiği mücadelesinin gerisinde kalmış ya da o duruşla bağdaşmayı bilmemiş bir adamdan yollarını ayırmıştı vaktin birinde. Bir zamandır daha farklı bir duyguyla evden belli saatlerde çıkan, eve belli saatlerde dönen ve dönüşleriyle birlikte evin havasını değiştiren babasını özlüyor. Annesinin hayattaki konumunu reddettiği halde, babasının özelliği olarak hatırladığı “ağırlığı kaldırabilme” meziyetine sahip hem otoriter hem de himaye sunan bir erkeğin arayışına düşüyor.

Oysa tasvir ettiği erkek profili de ola ki çoktandır, Malkaçoğlu misali bir kahraman olmadığını beyan ediyor. Bir kadına aşık olmak için ondan hem Şirin misali bir rüya kadını hem de emekliliğini kazanmış olma gibi maddi ağırlığı olan bir çeyiz sunma özelliği arıyor. Hayatın yükünü eşit şekilde paylaşmak gerek; bunu kadınlar istemedi mi? Kadın kendi kendini taşısın, kapısını kendi açsın, düşen mendilini kendi alsın yerden, oturduğu sandalyeyi de kendi çeksin, faturalarını da kendi ödesin; niye erkek ona aciz bir çocuk, bir bebek muamelesi yapmalı ki...

II- Aşkın ölümü bu yüzden de geliyor: Sevilen ait olduğu sahne ile sonsuzca taşınamıyor, sevenin gücü buna yetmiyor. Sevilen içinde bulunduğu sahneye gömülüp kaldığı için de seven an geliyor o sahneyi kendi muhayyelesinde yeniden var edemiyor. Kendi doğal ortamında aşkı çağıran ve tanıtan, ortamından soyutlanarak götürüldüğü başka bir sahnede bakalım aynı duyguların kaynağı olabilecek mi? Köylü kızı Güllü, Zigana Maçka’sında büyülüyor İstanbullu kazazede genci, ama aynı Güllü İstanbul Maçka’sında kaçınılması gereken bir musibete dönüşüyor, Zigana Maçka’sında imam nikahıyla evlenmiş olduğu kişinin gözünde. Siirt’te ait olduğu doğal çevreyle birlikte aşık olunan ümmi halı işçisi kız, büyük şehrin varoşlarında adam yerine konulmak için rengini değiştirmesini sağlayacak kimyevi bir değişim işlemine tabi oluyor.


III- Aşk içinde bulunduğumuz günlerin tecimsel metası. İnsanlar tahammül ve sabır gibi nitelikleri azalırken, aşkla ilgili efsanelere, söylemlere, şarkılara her zamankinden daha fazla yer açıyorlar hayatlarında.

Klasik aşk söylemleri kadınlara, bir zamanlar ne kadar hafif bir varlığa sahip olduklarına ve bunun şimdi de mümkün olmaması için mantıklı bir sebebin bulunmadığına inandırdığı için de çekici geliyor. Bu hatırlamanın sevinci giderek bir varlık uçurumunun aşılmazlığı hissine bırakıyor yerini. Resimde minyatürde Şirin, hikayede sinemada Şirin. Kiyarüstemi’nin “Şirin”i ise bilinen hikayenin akışından koparak sinema gibi zor bir alanda kendini kanıtlamış kadınların geçit yaptığı bir gözyaşı tüneline dönüşüyor. Asıl olarak Ferhat ile Şirin’in bu postmodern “kolaj” uyarlaması, modern kadının derinlerinde mevcut bir kaybolmuşluğu anlatıyor.

Film içinde film bu. Bir sinema salonunda Şirin’in acılarını göz yaşı dökerek izleyen yüzü aşkın sirnema yıldızı, aşkla varolmakla aşık kadını oynamak arasındaki ayrımı herkesten iyi biliyor; kolayca taşınamaz nice sahnenin içinde var olarak gelip bu filme katıldı her biri. Büyük bir dirençle var olmaya çalıştıkları sahada bir korunma güdüsüyle taşlaşan varlıkları gözyaşlarının tuzuyla çözünür mü... Ah, Şirin olamıyor, Şirin’leşemiyorlar,ne yazık; üstelik Şirin olmayı can-ı gönülden istemiyorlar da, filmlerde zaman zaman Şirinimsi kadınları oynadıkları halde bile.

Şirin ise onlar göz yaşı döktükçe daha fazla hakediyor Ferhad tarafından taşınmayı ve ismi tartışmalı bir diyardaki beyaz guller acan mezarina doğru yol alıyor, efsaneler âleminde.