Silahı vesayet altına almak



22. Abant Toplantısı'nın konusu "Vesayet ve Demokrasi" idi. Konu, önemi ve ağırlığı ile mütenasip tartışmalara konu oldu.

Hiçbir şey tesadüf değil. Türkiye'de silahın ülke üzerinde kurduğu vesayet, uzun soluklu çabaların, kılı kırk yaran hukukî ve idarî düzenlemelerin ve belki de en önemlisi, toplumu yılgınlığa sevk eden bir psikolojinin eseri. Öyleyse aynı şekilde derinlere inen bir işçilik, cesaret ve azim ile sona erdirilecek.

Abant'ta Türkiye'nin tanınmış entelektüelleri vesayet düzenini masaya yatırıp, nasıl tasfiye edileceğini tartışırken, Diyarbakır'dan benzer bir ses geldi. 32 sivil toplum kuruluşu, cuma sonrası Ulucami önünde toplanarak ortak bir basın açıklaması yaptı ve PKK'ya 'silah bırak' çağrısında bulundu. Bu örgütlü sesin, silah sesleri arasında kaybolmasına izin vermemeliyiz. İnsan ve Erdem Derneği Başkanı Ahmet Ay, "Silahlar ya susacak, ya susacak." diyor ve sivil bir direniş çağrısında bulunuyor. Şayet silahlar susmazsa açlık grevi başlatacaklarını söylüyor. Bu çağrı da, samimi bir silahlı vesayetten kurtulma çağrısı. Güneydoğu'yu PKK'nın esir aldığına inananların, bu yürekli çağrının değerini anlamaları lâzım.

Elinde silah bulunduranların borusunun öttüğü bir ülke, ilkel ve geri bir ülkedir. En başta insan hayatı olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin silahlı tehdit altında bulunduğu bir ülkede hiçbir ilerleme ve gelişme sağlanamaz.

Abant'ta aydınların, Diyarbakır'da sivil toplum örgütlerinin dile getirdiği şey aynı: Üzerimizden silahın vesayeti kalkmalı. Nasıl? Aynen kurulduğu şekilde. Tek tek bu vesayeti sağlayan bağların çözülmesi ve toplumun normal bir hayata geçmesi lâzım.

Kürt sorunu, bu ülkenin başına askerî vesayet düzeni marifetiyle bela edildi. Asker, ülkeyi yönetecek meşru araçlara ve ferasete sahip değil. Boşluğu, kendi varlığını dayandırdığı tehditleri çoğaltarak kapatmayı denedi. Sırf yönetebilmek için ülkeyi çatışmalara ve kutuplaşmalara sürükledi. Çatışmalar çoğaldıkça, silaha ihtiyaç duyulacaktı. Korku arttıkça, düzen bozuldukça demir bir yumruk gerekecekti. Türkiye'nin 70'li yıllarını kasıp kavuran sağ-sol kavgası, bu vesayet düzeninin teşvik ve tahrikleriyle bir yangına döndü. Bugün hâlâ çözmek için uğraştığımız Kürt sorunu, 12 Eylül diktasının askerî vesayete olan ihtiyacı sürekli kılmak için büyüttüğü ve içinden çıkılmaz hale getirdiği bir sorun oldu. Asker, ülkeyi her şeyi yasaklayarak yönetiyor. Neden? Çünkü her yasak çiğnenmek içindir. Bir çiğneyen çıkınca da bu yasağı koyanın söz söyleme fırsatı olur. 12 Eylül yönetiminin giderayak çıkardığı Kürtçe yasağının, Kürtleri tahrik etmek dışında bir anlamı var mıydı?

Abant'ta iki gün devam eden toplantı, artık Türkiye'nin bu vesayet belasından kurtulacak takati bulduğunu, olgunluğa eriştiğini gösteriyor. Her şey enine boyuna tartışılıyor. Sebep-sonuç ilişkileri gösteriliyor. Mekanizmalar çözülüyor ve en önemlisi bu vesayetin sonunu getirecek cesaret devrede. Aydınlar görevini yapıyor: Demokrasiyi ve özgürlükleri geliştirecek yolu, yöntemi icmal ediyor.

Bir yanda nefes kesen gelişmeler yaşanıyor. Türkiye yeniden terör sarmalına teslim olmuş görünüyor. Diğer taraftan terör sarmalının da üretildiği bu geniş bataklığı kurutacak bir inanç ve çaba, cesaretle gelişiyor. Hem Diyarbakır'da 32 sivil toplum kuruluşunun tepkisine ve direncine hem de Abant'ta toplanan aydınların geniş soluklu tartışmalarına bu gözle bakmak lâzım.

Tarih boşuna yaşanmıyor. Yakın tarihimiz, bizim üzerimizde vesayet kuranların aslında vasiye muhtaç olduğunu gösterdi. Bu kadar sistematik hata bu kadar çok başka türlü nasıl yapılabilirdi? Şayet vesayet altında yaşamak istemiyorsak, vesayet iddiasında bulunanları vesayetimiz altına almak zorundayız. Bu vesayete onların gerçekten ihtiyaçları var.

Zaman