Ateş sınırımızdan içeri girdi. Verilen can sayısı kırka yaklaştı. Bir yerde bir insan suçsuz yere can verirse, orada dünyevi hesapların, stratejilerin önemi ortadan kalkmış olması gerekir. Söylediğimiz adaletin geçerli olduğu dünyaya has tutumdur.
İlkenin bütün hesapları geçersiz kıldığı, insan hayatının önem sıralamasında birinci sırayı terk etmediği anlayışa mahsus bir tutumdur.
Kobani merkezli ateş çemberinden söze başlayacak olanlar için, temiz tarafı bulmak, geçmişten geleceğe bir arınma yolu göstermek hiç kolay değil. Uluslararası düzeyde olduğu kadar, ülke içinden bakışlarda da hesaplar, öfkeler, stratejiler, ortaklıklar, anlaşılır ve izah edilebilir olmaktan uzak duruyor ve sürekli olarak da başkalaşım geçiriyor.
Her bakışın hanesine uzun ve orta ölçekte ne düşeceği daha çok coğrafyanın dışındaki güçleri ilgilendirmesi, olayın ne denli dramatik olduğunu göstermesi açısından önemli. Ömrümüzün bu coğrafya üzerinden ihdas edilen acılarla geçmekte olduğunu söylersek, ümmetin payına düşenin ne olduğu da anlaşılmış olur.
İslam’a ait bir coğrafyada ümmet kendine hacamat uygularken, yetmediği yerde yardıma savaş üstadı Batılı "dost"ları çağırmakta.
Bu halin şüphesiz Kitapla izah edilir bir yanı yok.
Metre kareye ne kadar ölüm düştüğünü, hangi silahın daha verimli sonuç verdiğini, üreticiler bu coğrafyada deniyorlar. Bu halin müşterisi olmak cinnet durumu. Dibe vurmuş ümmetin, Kitabın içinden gelen aklını aradığı süreçteyiz, diyerek umudu diri tutalım.
Büyük hüzün dönemi, şaşkınlık aşaması diyelim, çabuk geçmesi için çocuklardan, yaşlılardan, günahı az kim varsa, ondan dua isteyelim.
Kitabı yanı başında ama kitapsızdan daha insafsız davranış üreten millete ne denebilir, hangi nasihat edilebilir?
Ne oldu da biz böyle olduk?
Ne oldu da şiddet mezhebini tek seçenek gördük?
Meleklerle yarışan nineleri, sabırlı gençleri, insafı madalya gibi sinesinde taşıyan müminleri nasıl, nerede kaybettik.
Çok derin ilim istemiyor kaybettiklerimizi anlamaya.
Araplar, Kürtler, Türkler, Farslar vd. birbirinden ne fazla, ne de eksiktir, demiş olsak ve buna yürekten inansak yanlış mı yapmış oluruz?
Her mezhep İslam’ın bir yorumudur, çoğulcu bir dinamizm sağlar, mezhep savaşı helal değildir, inanarak demiş olsak...
Müslümanların bir vücudun azaları gibi olduğunu hatırlatsak...
Batıla meyletmenin, dost edinmenin hakikati inciteceğini hatırda tutmuş olsak...
Misalleri çoğaltmak mümkün, ancak doğumuzda olup biten akla ve kalbe ziyan haller, bu birkaç ilkeye riayet edilseydi olur muydu?
Bir din düşünün ki, dostunu düşmanını tanıtıyor, anlaşmazlıkların hallinde yol ve yöntem bildiriyor. İnsanı kendine tanıtıyor ve düşmanın neler hissedeceğini, hangi karekterde olduğunu haber veriyor.
Bütün bunlar Kitab-ı kerimde yokmuş gibi hareket edince, öfkeyi mezhep bilince, sınırları kaybeder ve bütün coğrafyayı talana açık hale getirmiş olursunuz.
Sınırları ortadan kalkmış, üçüncü kez ABD işgaline, neredeyse gönüllü razı olunmuş.
İnsafla bağını koparmış halde, hangi gruptan olursan ol; değil mi ki, şiddet senin bağnazca sarıldığın mezhebin olmuş.
Değil mi ki, silaha Kitaptan önce sarılmışsın, ürettiğin şiddet sonunda sana yönelir, döktüğün kan misliyle kapını çalar.
Çünkü şiddet kıskanç bir dildir, kendinin terk edilmesine müsaade etmez. Tarih bunun teyidini çeşitli örnekleriyle önümüze, ibret alalım diye koymaktadır. Öldürme açlığı, anlamı yitirince başlar ve ölümle teskin olur.
Çağları aşıp gelmiş, insafını tamamen yitirmiş Haricilik, karşı şiddetin serasında kendini yeniden üretti. Bundan böyle değişik alerjiler ve emperyalist hesaplar, bölgeye ikamet senedi nakliyle yerleşme fırsatı elde etmiş olacaklar.
Toplumun yapı taşı insan. O bozulduğunda, toplum da o nispette bozuluyor.