Yaşadığımız dünyada, bu arada memleketimizde de, son çeyrek asrın gelişmeleri dikkate alındığında şiddetin tırmanmakta olduğu aşikardır. Bu durumu pek çok açıdan okumak mümkündür.
Şiddetin tırmanması, politik ve hukuki nitelikli yollara duyulan güvenin azalması ve adalet dağıtımında kişisel yargı ve infazların baskın hale gelmesi olarak görülebilir. Başka bir açıdan bakıldığında ise şiddet, ekonomik ve sosyal açıdan kötüleşen koşullar konusunda bizi uyarabilir. Ya da eğitim sosyolojisi açısından bakıldığında, yaygın bir eğitimsizliğin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Listeyi uzatabiliriz. Ama doğrusu bu tür okumaların hayli düz olduğunu düşünüyorum. Çünkü şiddet bütün bu okumalarda bir sonuç ya da gösterge basitlemesi olarak ele alınır.
Şiddet duygusu şu ya da bu biçimde varoluşumuzun esaslı bir boyutunu ortaya koyuyor. Bu duygulardan tamamen arındığını iddia edenler olabilir. Hatta zihni ve ruhi dünyasını bu arınmaya adanan sıkı bir eğitimden geçirenler ve de bunda önemli başarılar kazananlar da çıkabilir. Ama bu, şiddet duygusunun yok olmasına değil; olsa olsa denetim altında tutulduğuna işaret eder. En barışçıl insanlarda bile şiddet düşük düzeyde de olsa bile bir olasılıktır.
Kültür tarihleri şiddet duygularıyla şu ya da bu biçimde hesaplaşılan tarihler olarak temayüz eder. Mesela gelenekler bir yönüyle şiddet konusundaki tercih ve düzenlemeleriyle şekillenir. Şiddet meşru olabilir mi? Bu soruya mutlak olarak hayır diyen gelenekler vardır. Ama geleneklerin dünyadaki dağılımına bakacak olursak, bu iddialı gelenek örneklerinin hayli kısmi kaldığını görebiliriz. Şiddetin mutlak anlamda reddini merkezine alan bir geleneğin tutunum krizlerine gireceği aşikardır. Bu durumda genellikle yapılan, geleneğin olağan yaygınlaşmasını sağlayacak kanalları tıkamak; seçilmiş bir insan grubuyla sınırlandırmak; kendi içine kapanmak, inzivaya ağırlık veren bir tarz-ı hayatı ilkeleştirmektir. Gelenekler dünyasında ağırlıkta olan, şiddeti "meşru" ve "meşru" olmayan ayırımına tabi tutan yaklaşım ve yorumlardır. Şiddeti meşru olan ve olmayan ayırımına tabi tutmak, özellikle adalet dağıtımında şiddetin yerini bir ön kabul olarak benimsemeyi ifade eder. Ya da kısaca, şiddeti varsaymaktır bu. Bu aşamada gelenek şiddeti düzenleyecektir. Yani "ne zaman", "nerede", "kime karşı" ve "hangi ölçülerde" kullanılacağına müdahil olacak ve bu yolda kural koyacaktır.
TOPLULUKLAR ARASI BARIŞ MÜMKÜN MÜ?
Eğer topluluk kendisine ancak yeten, geçimlik bir nimet varlığına sahip ise geleneğin denetiminde şiddet kullanımı geriler; en fazla başka bir topluluk ile çatışma gündeme geldiğinde ortaya çıkar. Ama eğer topluluk, iktisadi doktrinlerin "artık-değer" olarak kavramlaştırdığı bir nimet fazlasına erişmişse, şiddet kullanımının gelenekler üzerinden denetlenmesi zorlaşacaktır. Çünkü geleneklerin cevaplarını ikna edici olmaktan çıkaran bir paylaşım sorunu girmiş olacaktır. İşte yasa koyucu politik süreçlerin doğuşuna tam da bu noktada şahit oluyoruz. Artık şiddeti içerdiğini bildiğimiz adalet süreçlerini, gelenekten alıp yasa koyucu politik akla emanet eden de bu gelişmedir. Çünkü geleneklerin dünyasında yer alan normlar artık-değer dünyasının coğrafyasını karşılamada yetersiz kalacaktır. Unutulmamalıdır ki, gelenekler bir iç bakışın ürünüdür. Yani gelenek, kendisi ile birlikte anılan topluluğa konuşur. Bu konuşma, pozitif düzeyde tecelli eder ve içeriye matuf olarak anlamlıdır. Dışarıya dönük olarak mesela bir başka topluluğa etkimesi ve kabul görmesi son derecede zordur.
Artık değerin coğrafyası belli bir geleneğin sınırlarının başlayıp bittiği coğrafya ile sınırlı değildir. Bu büyük coğrafyayı akledebilme kapasitesine sahip yeni ve aşkın bir bakışın inşası zorunludur. Yasa koyucu akıl, geleneksel akıllara karşı şu ya da bu derecede bir mesafe içinde tezahür eder. Bu bir ilişkisizlik anlamına gelmez. Nitekim yasa koyucu politik aklın meşruluğunu sağlamada gelenekler hâlâ etkilidir. Ama yasa koyucu akıl, sık sık geleneklere atıfta bulunsa bile geleneklerin bağımlı değişkeni değildir. Nitekim madalyonu başka yüzünden okuyacak olursak; yasa koyucu akıl olacaktır bunun böyle olduğunu teslim edecek olan.
Yasa koyucu politik akıl, topluluk içi adalet dağıtımının ve bu yolda şiddetin örgütlenmesiyle alakalı değildir. Artık-değerin büyük coğrafyasında adalet meselesi topluluklar arası ilişkileri gündeme getirmesi ve yeni bir boyut kazanması kaçınılmaz olacaktır. Kadim dünyanın en büyük çaplı politik örgütlenmesi anlamına gelen imperium bu durumun kurumsal karşılığıdır. Politika-öncesi dünyada topluluk içinde sınırlandırılan, denetlenen ve gerileyen şiddet, topluluklar arası ilişkilerde alabildiğine tırmanmış, kuralsızlaşmış bir şekilde karşımıza çıkar. Topluluklar arası kan davaları bunun açık göstergesidir. Bu durum artık değerin işlemesini zora sokmaktadır. Yasa koyucu akıl, emtia dünyasının akışkanlığını sağlamakla mükelleftir. Dolayısıyla kılıç kullanma hakkının fütursuzca tasarruf edilebildiği bir istikrarsızlık ortamı artık değerin dolaşımını zaafa uğratacaktır. Bu dolaşımın sinir merkezlerini oluşturan ve ağırlıklı olarak yerleşik hayat örüntülerine karşılık gelen bir dünyada topluluklar arası ilişkilerin keyfi şiddet kullanımından arındırılması kadim politik tasarımların önde gelen bir gündem maddesidir.
Politik tarih, kılıç kullanma pratiklerinin, geleneklerden alınıp sadece politik küreye mahsus bir ayrıcalık haline getirilmesini anlatıyor. Topluluklar arası barış iddiası saf bir politik iddiadır. Bu iddia, geleneklerin hüküm sürdüğü toplulukların ileri gelenlerinin kendi aralarında geçici olarak sağladıkları ve pek de güvenilir olmayan barışlardan çok farklıdır.
ŞİDDETİN İNSANLARI AYNİLEŞTİRMESİ
Görülüyor olsa gerekir ki, şiddet iki defa yeniden üretilip örgütlenmiştir. İlk aşamada "teamülen", ikinci aşamada ise "siyaseten". Yasa-koyucu akıl, şiddetin yeniden-üretimindeki ikinci büyük dönüşümdür. Bu açıdan "medenileştirici" bir vasfı haizdir. Burada iki not düşmek yardımcı olabilir. İlk olarak eski Grekçeden türetilen biçimiyle modern Batı dillerindeki polis (şehir), politika (siyaset) ve politeness (incelik, nezaket) kavramlarının akrabalığı tesadüfi değildir. Benzer olarak bu kez Latinceden türetilen civitas (politik olarak inşa edilmiş olan şehir) ve civilization (medeniyet) kavramlarını akrabalığı bağlar konusunda pekiştirici oluyor. Nihayet Arapçada "Medine" ve "medeniyet" kavramlarının bitişikliği kurulan ilişkilendirmelerden emin olmamızı sağlıyor. Öte yandan "siyaset" teriminin at terbiyesinden türetilmesi ve bir anlamda terbiye edilmiş olmakla ilişkili olması ayrıca kayda değerdir.
İkinci husus, burada medenileşme kavramının moral bir güzelleme yapmak için kullanılmamasıyla alakalıdır. Tam tersine medenileşmeyi başarılı bir baskılamanın işlevi olarak görmek gerekir. Freud ya da Elias gibiler bu tespitlerinde haklıdır. Böyle bakıldığında medenileşmeyi olumsuzlayanlar da vardır. Bu satırların yazarı güzelleme kadar olumsuzlamanın da mahzurlarına inanır. Medenileşmenin şiddetin yeniden-üretiminde bir safha olduğunu söylemek sadece bir tespittir. Kadim dünyada şiddetin tasarrufunun politikleştirilmesi ile toplulukların politikadan ve birbirlerinden uzak tutulması eş anlı izlenebilir. Kadim barış bu ilişkilerin bir bileşkesidir adeta. Tabii ki, kadim dünya güllük gülistanlık bir dünya değildir. Politik çözülmelerin baş gösterdiği dönemlerde alabildiğine kaotik ve kanlı manzaralar sunar. Ama barış her zaman ham hayal olmayan kuvvetli bir ihtimaldir ve Pax Romana ve Pax Ottomana gibi parlak örnekleri mevcuttur.
Modern dünya kadim dünyanın simyasını bozdu ve şiddetin yeniden-üretimini boşlukta bıraktı. (Modern dünyada barış bir umuttur ama bu umudu hararetli olarak besleyenler arasında bile acaba umudumuz nafile mi? diye iç hesaplaşma yapanların sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu düşünüyorum.) Bunu birkaç düzeyde izlemek mümkün:
1) İlk olarak modernleşme özellikle başta Avrupa gibi küçük bir coğrafyada nüfusları geleneklerinden ayrıştırarak akıl almaz bir temerküze uğrattı. Kadim dünya her zaman bir tenha dünyadır. Modernlik ise tenhalığın sonu ve sonu gelmez ve boğucu kalabalıkların tarihidir. Artık modern bireyler bu kalabalıklar içinde geleneksizleşerek veya gelenekleri örselenmiş olarak yaşamaya mahkum edilecektir. Kalabalık, yalnızlaşmanın işlevidir ve kalabalık içinde yaşanan yalnızlıkların paradoksunun modern edebiyatların en fazla beslendiği kaynaklardan birisi olması da bu yüzdendir.
Bu aynı zamanda şu sorunun insan zihinlerinde merkezî bir yeri işgal etmesi demektir: Modern dünyanın kalabalıklarından, yani yolda bana omuz atarak geçen, üst katımda yaşayan, çıkardığı gürültüyle beni uyutmayan, üstelik kim olduğunu bilmediğim sayısız yabancıya karşı beni kim savunacak? Kalabalıkta odaklanan nefretlerin bireysel şiddeti harekete geçirmesi neredeyse kaçınılmazdır. Modern kent azgınlaşmış şiddet kenti olmaya adaydır. Demek ki, ilk olarak hatırda tutulması gereken, modernliğin dayattığı mekânların şiddeti tetikleyen bir yoğunluğun adresleri olmasıdır. Hakkını yemeyelim: Modernlik bunun iki şekilde üstesinden gelmeye çalıştı. İlk olarak büyük nüfusları katıksız bir iş disiplininin egemen olduğu istihdam dünyasında proleterleştirdi. İkinci düzeyde ise onları eğiterek -kendi medeniyet projesini temrin ettirerek- baskıladı. Nihayet bireyciliği kültürel anlamda güzelleyerek ve estetize ederek yaygınlaştırdı. Bunun hediyesi sosyal kayıtsızlık -yani it is none of my bussiness- ilkesinin pekişmesi oldu. Hiç kuşkusuz bu önlemler sorunu çözmedi. Karındeşen Jack'ten bu yana cümle seri ve manyak katillerin dedektif zekâları yer yer pes ettiren hünerleri(!) bastırılmışlığın bireysel şiddet temelinde dışavurumundan başka nedir ki? Yalnızlaşmış, yabancılaşmış, örselenmiş insanların Viyana'sı değil midir Freud'a ilham veren?
2) Modern dünyada yaşamak, şiddetin yeniden-üretimini denetlemede geleneğin desteğinden mahrum kalmaktır. Tek dayanak "yasa"dır. Oysa "gelenek" bireylerin toplumsallaşmasında birincil çevrelerden başlayarak etkili olur. Yasa ise ikinci dereceden toplumsallaşma süreçlerinde tezahür eder. Yani gelenek, "daha içeriden"; yasa ise düpedüz "dışarıdan" konuşur. Modernlik şiddetin denetimsiz kalmasında ya da şiddetin yeniden-üretiminin örgütlenmesinde geleneğin desteğinden mahrum olduğu için şiddetin keyfileşmesine daha müsait bir ortamı yaratır.
3) Nihayet, modern dünya, nüfusları politikleştirerek şiddetin yaygın ve denetimsiz kullanımını kemikleştirdi. Nüfusların politikleştirilmesi "özne" ve "nesne" düzeyinde oldu. İlkinde politikleştirilmiş nüfus, politik toplum ya da ulus-toplum olarak adlandırılarak bir politik özne olma konumuna getirildi. Modernlik bu aşamada, tarihsel sahiciliği ve çeşitliliği içinde reddettiği kültürü, organik kabalamalarla yapaylaştırdı; tekilleştirdi ve ideolojik hale getirerek politik amaçların hizmetine sundu. "Politik", "kültürel" ve "askerî" yapılanmaların örtüştürülmesinden doğan entropi, şiddetin denetim dışı açılımlarını keskinleştirdi. Savaş hali savaşın dışında da etkili bir zihin ve ruh hali olarak yerleşti. İkinci düzeyde ise politik nüfuslar modern otoriterlik ya da totaliterlik üzerinden nesneleştirildi. Şiddet uygulayan ve kendisine şiddet uygulanan arasındaki ayırım yok oldu.
BİREYİN YALNIZLIĞINA ÇARE BULMAK
Bugün ise şiddet hem bireysel hem de topluluk düzeylerinde etkisini artırarak sürüyor. Geç modernliğin bunalımları içinde bireylerin yalnızlığı, yeniden canlanan, çeşitlenen topluluk hayatları içinde tedavi edilmeye aday gözüküyor. Yer yer bunun başarılı örneklerini de görebiliyoruz. Ama toplulukların kültürelliği temel bir sorundan muzdarip. İlk olarak kültürelliği baskılayan ideolojik temsiller aşılamıyor ve her kültürellik şiddeti muhtemel kılan bir davalaşmaya dönüşüyor. Yani kültürün kültürelliği bizatihi sorunlu.
Kültürel durumların esaslı yatırımlarının gelenek oluşturmakla ilişkili olduğunu ve bunun da ancak politik davalaşmalardan arındırılmış alanlar üzerinden mümkün olacağını söyleyebiliriz. Bugün tanık olduğumuz topluluk hayatlarının büyük kısmı geleneksizdir. Geleneklere atıfta bulunmak onu geleneksel kılmıyor. Geleneksizlik aynı zamanda bir praksis yoksunluğudur. İşte praksis-gelenek ilişkisindeki boşluk kolayca toplulukların ontolojisinde politik kolaycılıklarla beslenen bir negatifleşmeye dönüşüyor. Bir topluluğun ne olduğu, onun ne olmadığına, yani öteki ile mesafesine göre ölçülüp biçiliyor. Ne kadar zavallı bir ontoloji bu? Bu zavallılıktır şiddetin tarlalarını sulayan. Kültürel ontolojilerin praksis-gelenek odağında pozitifleşmesinden başka bir çaresi de yok galiba...
Zaman